Ölüm… İnsan bu kelimeyi duyar duymaz ürperiyor. Ama ya o ölüm gününü saat saat bekleyen biri olsaydınız? Her sabah gözünüzü açtığınızda “belki bugün” diye düşünseydiniz? Victor Hugo, işte bu duygunun içine sokuyor sizi. Bir İdam Mahkûmunun Son Günü sadece bir roman değil, insan ruhunun karanlık bir aynası, bir vicdanın, bir kalbin, bir insanın son çırpınışıdır.
“İnsanların hepsi, belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar” diyor Hugo.
Ne doğru bir söz.
Aslında hepimiz birer “mahkûmuz” tek fark, kimin cezasının ne zaman infaz edileceğini bilmememiz.
Hugo, 26 yaşında şahit olduğu bir idamın ardından yazıyor bu kitabı.
Yani bir “edebi eser” değil bu; bir çığlık.
“İnsanların hepsi, belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar.”
Daha ilk satırda suratına çarpıyor bu cümle.
Ve sonra başlıyor bir insanın, kendi ölümünü adım adım bekleyişini anlatmaya…
Beş hafta boyunca ölümün gölgesiyle yaşayan bir adam düşün.
Her sabah aynı duvarlara, aynı gardiyana, aynı umutsuzluğa uyanıyor.
Bir yandan affedileceği umudu, bir yandan darağacının gölgesi.
Ve o bekleyiş…
Sadece ölüm değil, insanın kendi kendisini tüketişi aslında.
Kurtulma ümidiyle yanıyor ama her sabah gardiyanın ayak sesleriyle birlikte umutları biraz daha ölüyor.
Her şeyden çok düşündüğü şey ne mi?
Kızı Maria.
Annesi.
Biraz da, kaybolan hayatı.
Victor Hugo’nun kalemi burada bıçak gibi.
Keskin ama acıtmıyor; sadece düşündürüyor.
Bir mahkûmun “suçu neydi” demiyor mesela…
Çünkü mesele o değil.
Asıl mesele: insanın insana yaptığı bu soğuk gösteri.
Bakın, Hugo diyor ki:
“Bağlayın ellerini, çırpınmasın ölüme giderken! Saçlarını da tıraş edin, kesilen kafası güzel görünsün!”
Bu cümlelerdeki öfke, sadece o dönemin idamlarına değil; insanlığın içindeki vahşete.
Yani bizdeki o “seyirci ruhuna”.
Birinin ölümü bile artık bir “gösteri”, bir “merak konusu”.
Hugo bunu 1800’lerde söylemiş, ama bak şimdiye…
Sosyal medyada bile acıların altına “yorum” yazıyoruz, değil mi?
Yazarın öfkesi sadece devlete değil, halka da.
Sokaklar dolup taşıyor, insanlar sabırsızlıkla darağacına bakıyor.
Esnaf tezgâh açmış, çocuklar koşuşturuyor, kadınlar konuşuyor.
Bir adamın son nefesi öncesi, ortalık panayır yerine dönmüş.
Hugo bunu görmüş ve dayanamamış.
“Ha bir de söyleyin dışarıdaki insanlara, az kaldı istedikleri vahşet gelmek üzere!” diye yazarken, o meydanda bizleri de görüyor aslında.
Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, sadece bir mahkûmun hikâyesi değil.
Merhametini kaybetmiş bir toplumun aynası.
Hugo, insanın kendi karanlığını suratına tokat gibi vurmuş.
O gün darağacında sallanan mahkûm, belki de insanlığın kendisiydi.
Bu satırlar sadece bir dönemin eleştirisi değil.
Bugünün de aynası.
O gün darağacının etrafına toplanan kalabalık, bugün sosyal medyada acıları izleyen, yargılayan, “hak etti” diyen kalabalıktan farksız.
Hugo’nun derdi sadece idam cezası değil; insanın duygusuzlaşması.
Fransız yazar, kitabın önsözünde idamı tartışmıyor; lanetliyor.
O kadar net, o kadar insanca.
Ve bunu yaparken, öyle bir dil kullanıyor ki…
Ne vaaz verir gibi, ne de romantik bir şekilde.
Sadece kalpten yazıyor.
Çünkü biliyor: bazı gerçekler bağırarak değil, fısıldayarak anlatılır.
Bugün de dünya hâlâ aynı yerde duruyor.
Bir mahkûmun korkusu, bir annenin gözyaşı, bir çocuğun “baba” diye haykırışı hâlâ aynı.
Tek fark, biz artık bu sahneleri ekranlardan izliyoruz.
O gün meydandaydı insanlar, bugün telefon başında.
Ama gözler aynı merakla, aynı soğuklukla bakıyor.
Hugo’nun sesi hâlâ yankılanıyor:
“Merhamet diyorum, doğadaki tüm canlılarda sınırsızca bulunan merhamet neden biz insanoğlunda yok?”
Belki de asıl soru bu.
Belki de insanlığın idamı, darağacında değil; kalbinde gerçekleşti çoktan.
Bu kitap, sadece bir idamın öyküsü değil; hepimizin aynası. Okurken durup düşünmek, kendi seyirciliğimizi sorgulamak gerekiyor. Çünkü bir canın son anını eğlenceye çeviren toplum, sonunda kendi insanlığını da idam eder.
Bir dahaki haftaya kadar kitapla kalın, merhameti unutmayın.
Görüşmek üzere…