Geçen gün hastanede beklerken bir şey dikkatimi çekti. Herkesin yüzü asık, herkesin gözü yerde… Sanki oraya “iyileşmeye” değil de “dertleşmeye” gelmiş gibiydi. Birisi kolunu tutuyor, öteki reçetesine bakıyor, diğeri sıranın ne zaman geleceğini soruyor.
Kimse konuşmuyor.
Sessizlik var, ama huzur yok.
***
Bembeyaz duvarlar, gri yüzler, soğuk ışıklar…
Ne gülümseyen biri var, ne içeri “geçmiş olsun” havası sinmiş.
O an düşündüm; Selçuklular, Osmanlılar zamanında bu yerlere “Darüşşifa” denirmiş. Yani “şifa kapısı.”
Ne kadar ince, ne kadar umut dolu bir isim, değil mi?
İçeri giren bir hasta, daha kapıdan adımını atarken şunu hissedermiş: “Burada iyileşeceğim.”
İsim bile moral verirmiş insana.
***
Sonra kendi kendime sordum:
Biz ne yaptık da o güzel “Darüşşifa” kelimesini unuttuk, yerine “Hastane” dedik?
Birinde şifa var, diğerinde hastalık.
Birinde umut var, diğerinde çaresizlik.
Kelimenin kökü bile fark yaratıyor.
“Şifa kapısına gidiyorum.” dersen, insanın içi ferahlıyor.
Ama “hastaneye gidiyorum.” dediğinde, sanki daha kapıdan girerken moralin yarıya iniyor.
Bir zamanlar biz bu yerlere “Darüşşifa” derdik.
Şifa kapısı, huzur evi, iyileşme mekânı…
Şimdi adını değiştirdik, anlamını da kaybettik.
“Hastane” dedik yani hastalığın evi!
Kelime bile boğucu. Daha ağzından çıkarken içini daraltıyor insanın.
***
Ama sadece “hastane” mi böyle?
Bir düşünün…
“Mezarlık” demiyoruz artık, “kabristan” bile eski kaldı, şimdi “defin alanı” var!
Ne kadar steril, ne kadar duygusuz değil mi?
“Ev” yerine “konut” diyoruz, “insan” yerine “personel”,
“görev” yerine “proje”,
“dost” yerine “iletişimde olduğum kişi.”
Sanki her kelimeyi biraz daha soğutuyoruz, biraz daha duygudan arındırıyoruz.
Modernleşiyoruz ama insanlık inceliğini kaybediyoruz.
***
Hastaneler de bundan nasibini almış.
O dar koridorlar, antiseptik kokusu, bilgisayar başındaki doktorlar, elinde dosyayla bekleyen insanlar…
Hiç kimse kimsenin yüzüne bakmıyor.
Herkes bir an önce işini halledip çıkmanın derdinde.
Bir yandan da “sıradaki hasta!” diye yankılanan o ses…
Oysa bir zamanlar “buyurun efendim, şifa bulasınız inşallah” denirdi.
Eskiden Darüşşifalarda su sesiyle, ney sesiyle tedavi yapılırmış.
Doktorlar sadece reçete yazmaz, hastanın gönlünü de tedavi edermiş.
Bir tebessüm, bir dua, bir güzel söz…
Çünkü bilirlerdi ki, ruhu iyileşmeyen beden kolay kolay toparlanmaz.
***
Bugünse her şey tıklım tıklım.
İnsanlar, sistemin içinde birer numaraya dönüşmüş durumda.
“Gelsin sıradaki hasta.”
Sanki bir üretim bandındayız.
Oysa insana “şifa bulacak misafir” gibi davranılsa, o moral bile bir ilaç olurdu.
Darüşşifalardan bugüne uzun bir yol geldik ama…
Belki de en çok, kelimelerimiz yoruldu bu yolda.
Bir zamanlar “şifa” dağıtan kelimelerimiz,
şimdi soğuk duvarlar kadar sessiz.
***
Belki de yeniden “Darüşşifa” anlayışına dönmenin zamanı geldi.
Bedenleri değil, kalpleri de tedavi eden bir anlayışa…
Doktorun tebessüm ettiği, hastanın umutla kapıdan girdiği, dilin şifa dağıttığı bir anlayışa.
Keşke yeniden kelimeleri ısıtsak.
Keşke “şifa”yı sadece reçetede değil,
bir sözde, bir bakışta, bir tebessümde de arayabilsek.
Çünkü bazen “iyileşmek”, sadece güzel bir kelimenin içinden geçer
Çünkü bazen en etkili ilaç, bir kelimenin içindeki “iyi”dir.
Her kelimenin bir ruhu vardır.
Ve o ruhu iyileştirmek, aslında dünyayı biraz olsun güzelleştirmektir.
Bir dahaki yazıda görüşmek üzere… Şifalı, umut dolu günler dilerim.