Evet ve hayır patikasında yol alıyoruz. Başta konforlu görünen yollar, zamanla çöplerle doluyor; ilerleyebilmek için arabadan inip yürümek gerekiyor. Çünkü düşünmek bazen yavaşlamayı gerektirir. Nietzsche’nin dediği gibi, yürümek yalnızca bedensel değil, düşünsel bir eylemdir. Yürürken düşünmek, hayatın nabzını duymaktır. Belki de yapılması gereken, çöp yığınlarının arasından düşünerek, fark ederek yeniden anlamı ve ahlakı bulmaya çalışmaktır.
Her çağın, yıkımı da doğumu da içinden taşar. Ekim’in dökülen yaprakları, yeni bir dirilişe kapı aralar. Doğanın kalbinde serin bir umut doğar. Hiçbir yenilenme çürümeyi dışlayamaz. Hiçbir ahlak, kendi sonunu yaşamadan yeniden doğamaz. Tıpkı mevsimler gibi insan da döngüseldir; bir çağda kök salar, diğerinde solar.
Bugün insan, kendi kurak çağının ortasında duruyor. Bir zamanlar hakikatin güneşi olan aklın evrensel yasası, artık yorgun bir kelime yığınında var oluyor. Vicdan, bir dönem ateşken, bugün alışkanlıkla yer değiştiriyor. İyilik söyleniyor, hissedilmiyor.
Kalp boşaldı; orada, sessizce bir siper kazılıyor.
Bu boşlukta, Batı dünyasında kaybolan değerlerle birlikte insan da kayboldu. Bireyin kutsanması, özgürlüğü değil, yalnızlığı doğurdu. Tüketim aidiyetle bir oldu. Anlamlar dondu. Kelimeler sustu. Adalet adaletsizleşti. Hak haksızlaştı. Vicdan vicdansızlaştı. Dünya yönünü şaşırdı. Dilin çözülmesiyle birlikte değerlerin yönü şaştı. Ahlak ahlaksızlaştı. Her şey karıştı. İnsan kendi sesine bile sağırlaştı.
Nietzsche genç bir filologdu; kaybolan kavramların anlamını araştırmaya koyuldu. “İyi” kelimesinin kökenine indi; neden “iyi” dendiğini çözmekle yoğruldu. Kavramlar yer değiştirmiş, anlamlar savrulmuştu. “İyi” aslında doğaya uygun olandı; bal yapan arı, toprağın bereketli yanı, yaşamın özüne yakın olanı.
Artık “iyi”, dayatılan değil, yaratılan bir değerdir; çünkü hakikat kürsülerde değil, patikalarda yeşerir. Her adım bir düşünceye, her nefes bir yeniden doğuşa yönelir. Ahlakın kökeni ilişkidedir; kimine göre sınav, kimine göre erdemdir. Kimin çıkarına “iyi”, kimin acısına “kötü” dendiğindedir. Zayıfların “köle ahlakı”, yaratıcıların “efendi ahlakının” önündedir. Hayatın yönü anlamsızlığa yönelmektedir.
Anlam kayboldu; orada, sessizce bir siper kazılıyor.
Bu anlamsızlığın adı nihilizmdir. Değerler yitirilmiştir. İnsan değersizleşmiştir. Bizi dünyaya bağlayan değerlerimiz değil midir? Ama Nietzsche’ye göre nihilizm bir son değildir; üstesinden gelinmesi gereken bir kaderdir. İnsan, ancak yazgısını severek aşabilir. Yıkıntının içinde kendi anlamını yaratmayı öğrenirse yeniden doğabilir.
Değerlerin yok olduğu bir dünyada insan yaşamı hangi anlamla onarabilir? Belki de cevap, yeniden değer yaratma cesaretindedir. Nietzsche “Tanrı öldü” der; bu sözle Kant’ın evrensel yasasının (Hristiyan ahlakı) çürümüş değerlerini siler, gölgeleri deler. Bir boşluk açar. O boşlukta yeni bir ahlak arar; insanı kendi varoluşuyla sınar, her şeyi başa sarar. Ve tam da o boşlukta, yaratıcı bir doğuş başlar; karanlığın içinden ışığa bir kapı aralar.
Yaratıcı insan; orada, sessizce bir siper kazılıyor.
“Sürü insanı” başkalarının değerleriyle yaşar. Değerler zaten var, sorgulamaya ne gerek var. Konfor mabedidir; alışkanlık, ibadetidir, gönül esiridir. Ancak alışkanlıklardan vazgeçince özgürleşir; düşüncenin kıvılcımıyla yeniden dirilir.
Yaratıcı insan; yıkıntıların arasından kendi değerlerini kurabilendir. O, başkalarının doğrularıyla değil, kendi deneyimiyle düşünür, iç sesinin yankısıyla büyür. Bu, ahlakın yok oluşu değil; insanın kendi hakikatine yürüyüşüdür. Hakikate varmak için bu yok oluş güce dönüşür.
İnsanın temel itkisi güç istencinde yatar. Yaşamak için değil, yaratmak için yaşar. Var olmak için değil, değer üretmek için varlığımız var. Bu yüzden ahlak yasa değil; iradenin müziğidir. Sistemler bu sesi bastırabilir, ama yaratıcı insan onu yeniden duyabilir. Çünkü gerçek değer masa başında değil, yaşamın içinde doğar. Yaşamın her anında yeni yüzler var.
Ötekinin yüzü; orada, sessizce bir siper kazılıyor.
Ahlak yalnızca yasa ya da başkaldırı değildir. Çoğu zaman ötekinin yüzünde belirir. O yüz yalnızca insanda değil, doğada da karşımıza çıkabilir: kuruyan bir nehirde, kesilmiş bir ağaçta, çöken bir madende, yanmış bir ormanda… Doğa da bize bakar ve fısıldar: “Zarar verme.” bir cana. Levinas’ın dediği gibi, o yüz bize bir yasadan değil, bir sorumluluktan söz eder. Yaratanın “öldürmeyeceksin” emrini bu sorumluluğa dayanak eyler.
Bu yüz, Gazze’de bombalanan bir evde, Sudan’da açlıktan ağlayan bir çocukta, Arakan’da küle dönen bir köyde, Kongo’nun madenlerinde çalışan ellerde, Bursa’da kuruyan bir derede görünür. Hepsi aynı sessizliğin yankısıdır. İnsanın insana ve doğaya ettiğinin, acı fısıldayışıdır.
Ama dünya bu sesi duymuyor. Savaşların ve yıkımların ortasında adaletin sesi, güçlülerin masasındaki bir veto kadar kısa bir sözde duruyor. Birleşmiş Milletler, sessizliğin örgütüne dönüşüyor. Dünya sustukça insanın kalbi biraz daha soğuyor. İnsanlık dünya beşten büyüktür diyor. Güçlünün adaletini koruyan sistem, zayıfın sesini artık duymuyor. Bu sessizlik, sadece politik değil, ahlaki bir çöküşe doğru ilerliyor.
Ve işte o sessizlikte hayat sahnesinde bir sahne beliriyor. Kamera yavaşça yaklaşıyor. Tozun, dumanın, enkazın arasından bir baba görünüyor. Çocuğunu arkasına almış; bedeniyle onu tekrar hayata bağlamaya çalışıyor. Gözlerindeki korku ile korkusuzluk arasındadır. Zulme meydan okuyan sarsılmaz bir kararlılık vardır.
Namlular doğrulmuştur. Baba, bedeniyle duvar olmuştur. Kurşunlar havayı yırtar; babanın bedenini yırtar. Çocuğun narin bedenini yırtar. Ekranlarımızdan geçip kalbimizi yırtar. O an içimizde her şey durur. Bir ruh, bir kalp, bir dünya… Karar vuku bulur. Evet ya da hayır kadar kısa iki kelime dudakta durur.
Bir hadis duyulur: “Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin; gücünüz yetmiyorsa dilinizle, ona da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz edin.” Kalplere dokunur. Çünkü bazen söz sustuğunda, sessiz bir kalp bütün bir dünyaya karşı direnir. Elleriyle düzeltememiştir, diliyle konuşamamıştır. Ama kalbiyle buğz etmiştir.
Sanki insanlığın kalbi bir anlığına durur. Kalp krizi geçiren bir ruh gibi olur; bir sessizlik, bir titreme içimizde vuku bulur.
Bir süre kimse konuşamaz; çünkü burada kimse “iyi” kalamaz. Ne biz ne dünya ne de insanlığın kalbi, bu acıya dayanamaz. O an bütün felsefeler susar, kelimeler yıkılır, anlam donar. Bir babanın, bir çocuğun bedeniyle birlikte insanlığın vicdanı da kanar. Geride kalan; kırık camlar, cansız bedenler, yaralı kalpler ve sükûtla dolu zamanlar. O an kalbi bir tercihe zorlar: İnsan mı olacağız, yoksa ifrite mi döneceğiz? Cevabı şair Sezai Karakoç’un mısraları aralar.
‘Ruhları aydınlatan bir lâmba
İfriti döndürecek insana:
Söndürecek canavarın gözlerini
İfriti döndürecek insana’
Alınyazısı Saati ––– Sezai Karakoç
İşte o lamba. İşte o kalp, bütün yıkımların ortasında bile sığınaktır; çünkü insanı insan kılan, kalbinin hâlâ atıyor olmasındandır. İfritleşen çağın tam ortasında, kalbin siperinde direnen insan, ahlakın son kalkanıdır.
Evet kalp; orada, sessizce son siperini kazıyor.
Ve tam o anda bir seçim belirir: ya vurdumduymaz olacağız ya da bu karanlığa direneceğiz. O an, insanlığın en yalın sınavıdır; sessizlikle teslim olmak mı, yoksa vicdanla dirilmek mi? Ancak direnen kalp, insan olma ahlakına kavuşur. Bu kalp insanı olgunlaştırır. Doğu’da “insan-ı kâmile”, Batı’da “üst insana” yakınlaştırır. Eşdeğer değil ama aynı zirveye bakan iki farklı patikadır. Biri aşk ile, diğeri irade ile yeniden doğmaktır.
Ahlak dıştan değil, içten doğar. İlişki olmadan “iyi” yoktur; çünkü “iyi”, ben ile ötekinin arasında doğar.
Belki çağımızın ihtiyacı budur: ne aklın soğuk yasası ne de duygunun kör itkisi; ikisinin ötesinde, öz’ün kendi ahlakı var. Bu ahlak “nasıl davranmalıyım?” değil, “nasıl var olmalıyım?” diye sorar ve cevabını yaşamda arar. Her anlam boşaldığında yeni bir anlam doğar. Ahlak da böyledir; özümüzde, varoluşumuzda var.
Bugün belki de yeniden “ekim”e dönme zamanı. Kelimenin toprağına, anlamın özüne dönme zamanı. Çünkü kavramlar çürür, diller değişir, ahlaklar eskir; ama öz yeniden doğmayı bilir. Ve insan yeniden sorar: “İyi nedir?” değil, “İyi’yi kim yaratır?” Cevap belki de şudur: İyilik, yaratıcı insanın elinde yeniden yeşeren bir tohumdur. Yaşama böylece değer bulur. Yaşam ve siyaset ile aynı hakikat ile yoğrulur. Ahlak.
Ve unutulmamalıdır: siyasetin tek siperi ahlaktır.
Çünkü siyaset, değerlerin aynasıdır. O siperden çekilen her iktidar, vicdandan ve insandan uzaklaşır.
Batı dünyası bu siperi çoktan terk etti. Birleşmiş Milletler sessizliğin örgütüne dönüştü. Dünya sustukça, zalim insanlıktan çıkıp ifritle örtüştü. Sessiz çoğunluğun kalbi buza dönüştü.
Yeni bir eşiğe geliyoruz. Çünkü artık mesele sadece seçim değil; ahlakın yeniden doğuşudur. Kierkegaard’ın söylediği gibi, kaygı ahlakın doğum sancısıdır. Ve seçim, insanın varoluşudur. Seçim bir tercihten fazlasıdır; varlığa verilmiş bir sözdür. Kaygı, bu sözün doğum sancısıdır.
Evet ve hayır, kalpte karşılaşır. İnsan olma onurunu kalbe attığı imza ile somutlaştırır.
Bir sonraki yazıda, bu imzanın etiğini — seçimin ahlakını — birlikte aralayacağız.