Hava Durumu

Hz. Musa – Aşkın gör–e–me–me hali – 1

Yazının Giriş Tarihi: 11.11.2025 00:08
Yazının Güncellenme Tarihi: 11.11.2025 00:08

Düşünmenin unutulduğu yerde, kötülüğün tohumları filizlenir.

Bu yıl Kasım, yağmura hasret bir aydır. Bursa’nın sokakları, ağaçları, sesleri göğe bakmaktadır. Gözler gri bulutları aramaktadır.

Doğa: “Beni gör.” — diye haykırır: “Gör-e-mez-sin.”
İnsan, doğanın sesini duyamadığında, kendi özünden de uzaklaşır. Doğa susar; yabancılaşır. ‘Gör-e-mez-sin’ diye yankılanır. İnsan onu işitmez; haykırış sessizliğe karışır. Bu sağırlık, kendine yabancılaşmanın adıdır. Aslında bu düşüncesizliğin diğer adıdır. Düşüncesizlik anlam diye kanıtsanır.

Aslında insan anlamı aradıkça doğayı araçsallaştırır; böylece bir absürtlük ile karşılaşır. Camus’ya göre absürd, insanın anlam arayışıyla dünyanın suskunluğu arasındaki çarpışmadır. Bu sessizlik düşünmemekten kaynaklanmaktadır. Anlamamakla sonuçlanır.

Doğa: “Beni anla.” — diye yankılanır: “An-la-ya-maz-sın.”

Görmek, yalnızca gözün değil, anlamanın da başlangıcıdır. İnsan önce görür, sonra duyar, ardından anlar.
Bu zincirin bir halkası koptuğunda hakikat yalnızlaşır. Kendimize yalanlar anlatırız. Doğaya yakınlaşmayız; uzaklaşırız. Doğayı defalarca aldatırız; hileli bir oyundayız. Sonu cezadır; tıpkı Sisifos’un taşı gibi, susuzlukla sınanırız. Her felakette yeniden başlar insanın çabası: taşır, kaybeder, yine taşır.

Doğa: “Beni duy.” — diye fısıldar: “Duy-a-maz-sın.”
Doğa küser; renklerini çeker, sesini kısar. Sessizleşir; görünmediğini bilir, bizi sınar.
İçimizdeki ses bizi tekrar Evet-Hayır patikasına çağırır. Patika dağlara açılır. İnsan bu çağrının anlamını kavradığında, düşünmenin sınırına dayanır; artık adımlar yalnız dışa değil, içe doğru atılır. Doğayı anlamak adına doğanın kalbine varırız. Yanımıza elçiler ile enginliklere yol alırız. Bu yol, kendine dönüşün; ahlakın ötesine, hakikatin sınırına yürüyüşün adıdır. Yol, Tur Dağı’na, yani hakikatin eşiğine yol alır. Dağ, düşüncenin sessizliğine bürünür; insanın iç sesiyle yankılanır.

Hakikat: “Düşünmeyi gör.” — diye söylenir: “Gör-e-mez-sin.”

Dağların sessizliği bizi sarar; doruklar sükûnete açılır. Bu kutsal dağ, bağrından hakikat fışkırtır. Uludağ’ın sessizliği, Tur Dağı’nın hikmetiyle karışır. Biri insanın doğayı, diğeri aşkın göremeyişini anlatır. Tur Dağındaki nur; aşkın görememe halini haykırır.

Hz. Musa’nın yaşamı, aşkın iki “gör–e–me–me” hâlinin tanıklığıdır. Aşkın en saf hâli, iki durumda da vardır. İlkinde, aşkla yanan bir kalp sevgiliye coşmaktadır. Aklında, kalbinde, her hücresinde Yaradan’ın aşkı yanmaktadır. Adımları hızlanır. Bu yol bitmez midir? Nefes sıklaşır. Yokuşlar hali görmez midir?

Ve Hz. Musa’nın iç sesi, bir Yunus nefesiyle yankılanır:

“Her kim Dost sever ise, Dosttan yana gitmek gerek, / İşi gücü Dost olucak, cümle işten olur azat.”

Yunus Emre, Âşık Kişi

Aşk ile yanan kalp uyarıyla irkilir: “Ey Musa! Seni acele ile kavminden uzaklaştıran nedir?” — Tâhâ Suresi / 83

Hz. Musa’nın aşkı, görmesinin önüne geçmiştir. Kavmi, Sâmirî’nin altın buzağına ibadettedir.
Bu kıssa, sebep aşkın ateşi bile olsa düşünme geri plana ittiğinde, felaketin gelebileceğini gösterir. Düşünmenin eylem kadar kutsal bir sorumluluk olduğunu öğretir. Çünkü en masum hâl bile düşünmeden yapıldığında, en büyük kötülüğe kapı aralayabilir. Hz. Musa’nın kıssası en uç noktadır. Aşkın en saf halinin bile düşünceyi dışlayamayacağıdır. Bu durum bizler için sırlar barındırır. Düşünmenin bir ahlakı olduğunu anlatır.

Ahlak: “Doğruyu gör.” — diye bilinir: “Gör-e-mez-sin.”
Ahlak, yalnızca doğruyu seçmek değil, doğruyu görebilmektir. Çünkü görmek, sadece gözün değil, bilincin eylemidir. Hakikati görebilmek için gözün açık olması gerekir. Ahlakın doğrusu düşünceyle belirir. Çünkü ahlaki olan, görünene değil; görünmeyenin iç sesine kulak verene aittir. Bu görme, dışsal değil, vicdanın görmesidir. Bu düşünce insanı kaygılandırır. Kierkegaard’ın dediği gibi: “Kaygı, gözleri hakikate açan ilk bakıştır.”
Kaygı olmadan görme sığlaşır; sığlaşan görme düşünmeyi terk eder, kötülük sıradanlaşır.

Tam bu noktada insan, kendiyle karşılaşır; görmek ister ama çoğu kez gözünü kapatır. Ve işte burada, Camus’nün absürd sessizliği ile Kierkegaard’ın kaygılı bilinci kaynaşır.

Düşünme: “beni gör.” — diye seslenir: “Gör-e-mez-sin.”

Burada sözü Hannah Arendt alır. Kötülüğün Sıradanlığı’nda düşünmemenin nasıl felakete dönüştüğünü anlatır.
Kötülük çoğu zaman bilinçli bir niyetten değil, düşünmemenin sıradanlığındandır.
Eichmann der ki: “Ben de gördüm.” — oysa düşünce yankılanır ve der: “Gör-e-mez-sin.” İtaat, vicdanın sessizliğinde düşünemediğinde kötülük sıradanlaşır. Geçmişin mazlumu zalim adını alır. Kendi yaşadıklarını hep anlatır. Dünya bu anlatı ile yankılanır. Adalet bu yankıya sığınır. Mazlum halkın sesini kıstırır, yaşama hakkını elinden alır.

Adalet: “Beni gör.” — diye bağırır: “Gör-e-mez-sin.”
Filistin’de bir çocuğun sessizliğiyle bu söz yankılanır. Dünyada bu sese sağırdır. Bir tek taş tutan eli vardır.
Ama o taş, hakikati görmeyen dünyanın vicdanına fırlatılmış bir çağrıdır. Mazlumun çığlığı, hepimizin körlüğü kadardır.

Dünya der ki: “Gördüm.” — tarih yankılanır ve der ki: “Gör-e-mez-sin.”

Ve biz, doğanın, hakikatin, ahlakın, adaletin ve mazlumun görülmediği bir dünyanın içinde kalırız. Bu sessizlik görmeyen göz, duymayan yürek, düşünmeyen akıldır. Hakikat, görünmezliğin ve düşüncesizliğin içinde yankılanır. Çağ, görmeyenlerin ve düşünmeyenlerin hüküm sürdüğü bir çağdır. Görmek ve düşünmek, eylem olmaktan çıkmış; yalnızca bir bakış biçimini almıştır.

Arendt’e göre eylem bir başlangıçtır. İnsanı eylemde tutan ise muhasebe eden bilinçtir. Bu bilinç ise düşünmeyi gerektirir, sorumluluk getirir. Sorumluluklarımız sorularla tekrar belirir.

Seçimlerimizden sorumlu muyuz? Seçimlerimizi düşünerek mi yapmamız gerekir? Sorumluluklarımızı görememek bizden ne eksiltir? Görememe yani düşünemem yalnızca gözün yetersizliği değildir. Bu, ruhun görme yetisinin eksikliğidir. Çünkü göz bakar, kalp görür; kalp görmezse ruh karanlıkta gezinir.

Kierkegaard’a göre ruhun iki büyük hastalığı vardır: günah ve umutsuzluk. İkisi de görmenin kaybıyla başlar;
biri görmek istememekten, diğeri göremeyeceğine inanmaktan doğar. Günah, insanın Yaradan’ın buyruğunu “artık görmeye gerek yok” diyerek dışlamasıdır. Umutsuzluk ise “onu asla göremem” diyerek kendi içinde kaybolmasıdır. Biri kibirdir, biri çaresizliktir; ikisi de ruhta aynı yankıyı bırakır: boşluk.

Bu boşlukta ruh nasıl iyileşir? Ruhun iyileşmek için adalete bakar ilaçlar arar. Aristoteles çözümü sunar.

Aristoteles’e göre ruh, ceza ile değil; cezanın farkındalığıyla arınır. Çünkü ceza, bir suskunluk değil, bir uyarıdır. Kimi zaman dışsal, kimi zaman içsel bir yankıdır. Adalet, eylem–niyet–düşünme üçlüsünün birlikte tartılmasıdır. Adalet ne duygusuz bir cezalandırma ne de sınırsız bir bağışlamadır. Bir altın ortadadır. Ölçülülük arar. Ceza, bu ölçünün farkına varılmasını sağlar. Farkındalık ise insanı ne zalim ne de kayıtsız kılar. Yalnızca adil kılar.

Adaletin sessizliği bugün bizi sağırlaştıracak kadardır. Ve bu sessizlikte Filistinli, Arakanlı, Cezayirli, Sudanlı, Doğu Türkistanlı … bir çocuğun sesi görülebilmek için çırpınır:

“Gör-e-mez-sin” — çünkü hakikat sadece görmeyi değil, onu yürekten istemeyi gerektirir.

Ve Pir Sultan Abdal’ın sesi bir ilahide yankılanır. Görmeyen gözlere; gör-e-me-me-yi anlatır.

“Güzel âşık cevherimizi,
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır,
Yiyemezsin demedim mi?” — Pir Sultan Abdal, Güzel Aşık Cevrimizi

Bu bir hakikat sınavıdır; görmesi zordur. Samimiyet gerektirir. Gördüm dersin. Gör-e-mez-sin.

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.