Rüzgâr, Kuzey Denizi’nin tuzlu nefesini platformun paslı demirlerine vuruyordu. Ufuk çizgisi, gri bir sisin ardında kaybolmuştu. Dalgalar, sanki bir ülkenin sınırlarını çizer gibi çarpıyordu dört bir yana.
Ve o platformda, 1967 yılının bir Eylül sabahında, eski bir İngiliz askeri olan Roy Bates, gözlerini kararlı bir ifadeyle denize dikmişti. O an kimse farkında değildi ama dünyanın en küçük devleti doğuyordu.
Roy’un hikâyesi, büyük ideallerin değil, küçük bir başkaldırının hikâyesiydi. Gençliğinde II. Dünya Savaşı’nda görev yapmış, ülkesine hizmet etmişti. Fakat savaş bittiğinde, içinde bir şey hep eksik kalmıştı:
“Kime hizmet ettiğimi, neyi savunduğumu anlamadan yaşadım. Artık kendime ait bir yer istiyorum” derdi dostlarına.
İngiltere kıyılarının açıklarında, terk edilmiş bir deniz kalesi vardı: HM Fort Roughs. Soğuk Savaş döneminde radar istasyonu olarak kullanılmış, sonra kaderine terk edilmişti. Bates bu paslı platformu görünce, bir harabeden değil, bir fikirden etkilenmişti. Ona göre özgürlük, toprakla değil, iradeyle ölçülmeliydi.
Ve 2 Eylül 1967 sabahı, karısı Joan ve çocuklarıyla birlikte bu platforma yerleşti. Adını da koydu: “Principality of Sealand.”
Demirin Üzerinde Bir Aile
Denizin ortasında yaşamak, yalnızca cesaret değil, inat da istiyordu. Elektrik yoktu, tatlı su sınırlıydı, rüzgâr gece gündüz uğulduyordu. Ama Roy için bu zorluklar birer kanıt gibiydi.
Her gün platformun kenarına çıkar, “Burası benim ülkem” derdi.
Joan ise kahvesini içip gülümserdi:
“O zaman sen devlet başkanı, ben de first lady oldum galiba.”
Gülerek söylenmiş bir cümleydi belki ama Roy o günü unutmamıştı.
Bir hafta sonra, kırmızı-sarı-siyah bir kumaş parçasını rüzgâra bıraktı.
Sealand bayrağı dalgalanıyordu artık.
Sonra pasaportlar bastırıldı, pullar üretildi, bir anayasa bile yazıldı.
Bir platform, bir aile ve bir fikir başka hiçbir ülke bu kadar küçük bir alanda bu kadar büyük bir hayal taşımamıştı.
Roy’un oğlu Michael, günlüğüne şöyle yazmıştı:
“Rüzgâr geceleri hiç susmaz. Ama babamın sesi ondan daha gürdür.”
Devletlerle Dalgaların Arasında
Sealand’in varlığı kısa sürede İngiltere hükümetinin dikkatini çekti.
Kraliyet Donanması, 1968 yılında platforma yaklaşınca Roy uyarı ateşi açtı.
Sonra mahkemeye çıkarıldı. Ancak İngiliz yargıcı, şaşkınlıkla şu kararı verdi:
“O platform, İngiltere kara sularının dışında kalmaktadır.”
O günden sonra Sealand, fiilen bağımsız sayıldı.
Bu küçük zafer, Roy’un özgürlük manifestosuna dönüştü.
Artık sadece kendi ailesi için değil, “bürokrasiye boğulmuş” herkes için bir simge olmuştu.
Zamanla Sealand, internet korsanları tarafından sanal üs olarak kullanılmak istendi, yatırımcılar “dijital ülke” projeleriyle kapısını çaldı.
Ama Roy’un ailesi hep aynı cümleyi söyledi:
“Biz devlet değiliz, bir duruşuz.”
Bir Hayalin Mirası
Roy Bates yaşlandığında, artık rüzgârın sesini duymak yerine hatıralarını dinliyordu.
Denizin ortasında kurduğu ülke, bir ütopyadan çok, bir insanın kendini tanıma yolculuğuna dönüşmüştü.
Oğlu Michael, hâlâ o platformda yaşıyor.
Küçük bir güneş paneliyle enerji sağlıyorlar, bayrak hâlâ dalgalanıyor.
Ziyaretçilerin çoğu şaşırıyor: “Bu kadar küçük bir yer için bu kadar büyük bir hikâye mi?”
Ama cevap hep aynı:
“Özgürlük bazen sadece 550 metrekarelik bir alandır.”
Denizle Konuşan Ülke
Sealand bugün, uluslararası hukukta bir gri alanda, politikacılardan uzak, tarihçilerin ilgisini çeken bir “yaşayan deney” olarak varlığını sürdürüyor.
Ama asıl anlamı, o platformun kendisinde değil insanın içinde.
Deniz, hâlâ platformun ayaklarını yalar.
Rüzgâr, eski bayrağı okşar.
Ve belki de Roy’un ruhu hâlâ oradadır, denizin ortasında, bir kahve fincanıyla gülümseyerek fısıldar:
“Küçük yerlerde bile büyük fikirler doğabilir.”
Bir İnsanlık Mesajı
Sealand’in hikâyesi, modern çağın dev ekranlarında kaybolan insanın kendi sahnesini yeniden inşa edişidir.
Birileri onu “oyuncak ülke” diye küçümser, kimileri “politik sanat eseri” olarak över.
Ama özünde bu hikâye, hepimizin içinde bir yerlerde yanan o cümledir:
“Ben de kendi dünyamı kurabilirim.”
Belki biz Sealand’i hiç görmeyeceğiz.
Ama hepimiz bir gün, bir fırtınanın ortasında, kendi küçük platformumuzda duracak ve diyeceğiz:
“Burası benim yerim. Burada düşüncelerim özgür.”
Sealand, beton bir platform değil, insan ruhunun direnişidir.
Roy Bates’in başlattığı bu sessiz devrim, bize bir gerçeği hatırlatır:
Özgürlük bazen büyük ordularla değil, bir fincan kahveyle denize bakan bir insanın kararlılığıyla korunur.
Ve belki de o yüzden Sealand hâlâ ayakta; çünkü dünya, hâlâ hayal kurabilen birkaç insanın omuzlarında duruyor.