Bir gün Marmaray’a bindim, Yenikapı durağında indim. O sabahın sıradanlığı, istasyon çıkışında gözlerimin önüne serilen manzarayla bir anda altüst oldu. Kalabalığın ortasında, demir yığınına dönmüş bir otomobil vardı. Saçlarında yüzlerce küçük delik… Bir şeyler anlatmak isteyen suskun bir nesne gibi. Çevresinde ise bildiriler dağıtılıyordu. Merakla yaklaştım. Bir kâğıt tutuşturdular elime: “Gezici Soykırım Müzesi.”
Orada sergilenen hurda aracın, Gazze’de 29 Ocak 2024’te saldırıya uğrayan otomobili temsil ettiği söyleniyordu. Belki gerçekten saldırıya uğrayan araçtı, belki de sembolik olarak hazırlanmıştı. Ama kesin olan bir şey vardı: O araba, sivillere yönelmiş şiddetin sembolüne dönüşmüştü. İnsanların bakışlarını üzerine çeken, merak uyandıran ve gerçeği hatırlatan bir tanık gibiydi.
O hikâyenin kahramanı ise küçücük bir çocuktu: Hind Receb. Henüz hayata yeni başlayan bir fidan. O gün ailesiyle birlikte kaçmaya çalışırken, içinde bulundukları araç yüzlerce mermiyle tarandı. Yanındaki anne, baba, kardeşler yaşamını yitirdi. Hind ise telefona sarılıp yardım istedi. “Hepsi öldü, gelin beni alın” sözleri insanlığın kulaklarında hâlâ yankılanıyor.

Ne yazık ki yardıma giden sağlık çalışanları da hedef alındı. Ambulansın vurulması, insanlığın en temel değerlerinin hiçe sayıldığını gösteriyordu. Oysa savaşlarda bile siviller, çocuklar ve sağlık görevlileri korunmalıydı. Bu yalnızca hukukun değil, vicdanın da kuralıdır.
Bugün Yenikapı’daki o sergi, bize unutulmaması gereken bir gerçeği hatırlatıyordu: Masumların hikâyesi. O hurda araba, ister gerçek olsun ister sembolik, her kurşun deliğiyle insanlığın içindeki yaraları işaret ediyordu. Yanına yaklaşan herkes, bildiriyi okudukça Hind’in ve binlerce çocuğun çığlığını duyuyordu.
Hind’in hikâyesi, yalnızca bir çocuğun hikâyesi değil. Gazze’de ve dünyanın birçok yerinde yaşanan sivil ölümlerinin ortak öyküsü. Her biri birer istatistik gibi görünse de aslında bir annenin hayali, bir babanın umudu, bir kardeşin dostu. Onlar şimdi yoklar.
Peki, dünyanın geri kalanı ne yaptı? İnsan haklarını savunduğunu söyleyen ülkeler, demokrasiye övgüler düzenler, özgürlüğü yücelten batı dünyası… Hepsi neden bu çığlık karşısında bu kadar sessiz kaldı? Ekonomik çıkarlar, stratejik hesaplar, siyasi dengeler… Bunlar bir çocuğun hayatından daha mı önemli?
Bu sorular, yalnızca siyasetin değil, insan vicdanının da soruları. Çünkü sivilleri, kadınları, çocukları öldürmenin hiçbir bahanesi olamaz. Ne adına yapılırsa yapılsın, masum canları almak insanlığın ortak değerlerine aykırıdır.
Yenikapı’daki o araç, bana şunu düşündürdü: Mesafe aslında bir yanılsamadır. Gazze’de yaşanan acı, İstanbul’un kalabalık bir meydanında da hissedilebiliyorsa, demek ki insanlık ortak bir kaderi paylaşıyor. O yüzden her birimiz bu çığlığa kulak vermek zorundayız.
Hind Receb’in sesi bugün hâlâ kulaklarımızda. Onu yaşatmanın yolu, adını unutturmamak, hikâyesini gelecek nesillere aktarmak. Ve belki de en önemlisi, onun hatırasını barışın diliyle ve adaletin sesiyle çoğaltmak. Çünkü masumların susturulduğu her an, insanlığın vicdanı biraz daha kararıyor.
O araç ister gerçek olsun ister sembolik, her kurşun deliği yalnızca bir sac parçasına değil, insanlığın kalbine açılmış bir yaradır. Ve bu yaraları kapatmanın tek yolu, bir daha hiçbir çocuğun aynı korkuyu yaşamaması için ortak bir vicdan inşa etmektir. Eğer biz bu çığlığı duymazdan gelirsek, yarın kendi çocuklarımızın sesini de kimse duymayacak.