Geçtiğimiz günlerde yaptığım Varna yolculuğu bana sadece Karadeniz’in kıyısında bir şehir değil, aynı zamanda yaşanabilirlik üzerine sessiz bir ders sundu. Yol boyunca dikkatimi çeken şeylerden biri, neredeyse tüm evlerin belli bir kat sınırına sahip olmasıydı. 3 ya da 4 katı aşmayan yapılar, şehre ilk bakışta fark edilmeyen ama derinlemesine hissedilen bir estetik katıyordu.
Bir sokakta yürürken, gökyüzünü kaplayan dev beton bloklar yerine, her pencereden ufka doğru açılan boşluklar görmek insana nefes alma özgürlüğü veriyor. O an fark ettim ki, şehir dediğimiz şey sadece yollar, kaldırımlar ve binalar değildir; aynı zamanda gökyüzüyle kurduğumuz bağın da bir yansımasıdır.
Yatay Mimarinin Sessiz Güzelliği
Varna’nın sokaklarında yürürken balkonlardan sarkan sardunyalar, kapı önünde sohbet eden yaşlılar, bisikletle gezen çocuklar insanın dikkatini çekiyor. Bu canlılık, aslında yatay mimarinin sunduğu bir armağan. Çünkü binalar insan ölçeğinde kaldığında, şehirle insan arasındaki mesafe kısalıyor.
Türkiye’de özellikle büyük kentlerde yükselen gökdelenler arasına sıkıştığınızda ise farklı bir duygu hâkim oluyor. Asansörde tanıştığınız komşunuzla ilişki birkaç cümlelik sohbeti aşamıyor. Çocuklar sokakta değil, sitelerin beton avlularında büyüyor. Oysa Varna gibi şehirlerde yatay mimari, insanı şehre yeniden bağlıyor. Komşuluk, göz teması ve toplumsal bağlar yeniden hayat buluyor.
Avrupa’dan Diğer Örnekler
Varna tek örnek değil. Avrupa’nın pek çok şehrinde kat sınırlaması, kentin ruhunu korumak için bilinçli bir tercih. Örneğin:
Barselona: Antoni Gaudí’nin izleriyle bezeli bu şehirde yüksek binalar elbette var ama kent merkezinde belli yükseklik sınırları korunuyor. Bu, hem tarihi dokuyu yaşatıyor hem de şehrin siluetini bozmuyor.
Paris: Şehirde “Haussmannian” apartmanları hâlâ hâkim. Genellikle 5–6 katı geçmeyen bu yapılar sayesinde Paris, gökyüzünü saklamayan, sokaklarıyla insanı içine çeken bir başkent olmayı sürdürüyor.
Viyana: 3–4 katlı düzenli yapılarıyla, meydanlarla birleşen yatay mimarisi şehrin kültürel kimliğini güçlendiriyor.
Bu örnekler, yükseklik sınırlamasının gelişmişlik karşıtı olmadığını, tam tersine şehri yaşanabilir kılan bir vizyon olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de Yatay Mimari Tartışması
Son yıllarda Türkiye’de de “yatay mimari” kavramı daha sık dile getirilmeye başlandı. Özellikle kentsel dönüşüm projelerinde, “dikey değil yatay mimari” vurgusu zaman zaman öne çıkıyor. Ancak uygulamada çoğu zaman ekonomik baskılar, nüfus yoğunluğu ve rant kaygıları bu söylemin önüne geçiyor.
Örneğin Bursa’yı düşünelim. Tarihi hanları, geniş avlulu evleri ve mahalle dokusuyla yatay mimarinin en güzel örneklerine sahip bir şehirken, son yıllarda gökyüzüyle yarışan beton blokların gölgesinde nefes almak zorlaşıyor. Oysa Bursa, Varna örneğinde olduğu gibi kat sınırlamasıyla yeniden nefes alabilecek şehirlerden biri.
Yatay Mimarinin İnsan Psikolojisine Katkısı
Birçok araştırma, şehirlerin yapısının insan psikolojisini doğrudan etkilediğini ortaya koyuyor. Yüksek binaların gölgesinde yaşayan insanların daha fazla yalnızlık, daha az toplumsal aidiyet hissettiği; yatay yapılarda yaşayanların ise daha yüksek yaşam memnuniyetine sahip olduğu biliniyor.
Bunun nedeni basit: İnsan, doğası gereği gökyüzünü görmek, ufka bakmak, komşusuyla göz göze gelmek ister. Yatay mimari tam da bunu mümkün kılıyor.
Geleceğe Doğru Bir Seçim
Varna bana şunu düşündürdü: Biz geleceğin şehirlerini nasıl kurmak istiyoruz? Daha fazla kat, daha fazla beton mu, yoksa daha fazla gökyüzü ve nefes mi?
Yatay mimari sadece bir estetik tercih değil; aynı zamanda bir yaşam felsefesi. Çocukların sokağa çıkabildiği, insanların birbirini tanıyabildiği, gökyüzünün şehirle bütünleştiği bir yaşam.
Varna’da gördüğüm manzara, bana aslında çok sade bir mesaj verdi: Güzellik bazen boşlukta saklıdır. Gökyüzüne bırakılan o boşluk, bir şehrin gerçek zenginliğini oluşturur.