Şehir, ülke ve dünya oldukça kalabalık.
Nüfusun yaşlanması ayrı bir dert, gençlere yaşanabilir bir dünya sunmak ayrı bir dert.
Günümüzde en büyük sıkıntılardan biri de bunca insanın arasında kendimize bir yer edinebilmek, fark edilebilmek.
Hangi üniversiteden mezun olunursa olunsun hemen hemen eğitimin bireylerde yaratmış olduğu etki aynı.
Sanki aynı fabrikadan çıkan ürünler gibiyiz artık.
Tek tipleşme yalnızca fiziksel olarak değil; entelektüel duruşta da mevcut.
Hâl böyle olunca devreye bazı ayırt edici unsurlar giriyor:
Kişisel gelişim, yaratıcı ve duygusal zekâ, imaj vb.
Geçen gün bir meslek büyüğüm ile bununla ilgili sohbet ettik ve dedi ki:
“Bireysel ya da kurumsal olarak başarının sırrı reklam.
Reklamını iyi yaparsan içeriğinin önemi pek kalmıyor…”
Biz gazeteci olduğumuz için örnekler basın sektörü üzerinden ilerledi.
Bir kaza olduğunda bunu tüm gazetelerde, internet sitelerinde ya da sosyal medyada görüyoruz.
İçerik aynı.
Peki, bunca kaynağı birbirinden ayrıştıran ve okuyucuyu, izleyiciyi ya da takipçiyi o kanala çeken ne?
Reklam!
***
Sosyal medya fenomenlerini düşünelim.
Var olan bir ürünü bizler için deneyimleyerek fikirlerini beyan etmeleri nasıl da bir anda yükselmelerini sağladı.
Onlar markaların reklamını yaptı; markalar onların.
En basiti:
Belki komşumuz, arkadaşımız, akrabamız da aynı ürünleri tüketiyor ama çıkıp ‘Bakın ben ne kullandım?’ diye bağırıp, ‘Beğendim-beğenmedim’ yorumları yapmadıkları için onlarla ilgilenmiyoruz.
Yeni dünya düzeninin gerçeklerinden biri bu ve oyuna ayak uydurabilmek, marka değerini yükseltebilmek için reklamın öncelik olması şart gibi duruyor.
‘Güçlü bütçe-maddi kaynak’ gerek diyebilirsiniz.
Eğer seçtiğiniz mecralar billboard, televizyon gibi büyük bir yatırımsa, doğru!
Ancak sosyal medya kullanmak ücretsiz.
Bunu yapmak hiç de zor değil.
Emek gerektirdiğini kabul ediyor; ‘ben yapamıyorum, hiç anlamıyorum, sıkıcı’ gibi ifadeleri kabul etmiyorum.
Artık bu şekilde ilerlemek mümkün gözükmüyor.
Dünya çapında elektrik, internet kesintileri olursa belki o zaman eski düzene geçilir.
Ama ihtimallerle hareket edemeyiz, öyle değil mi?
O halde kavrama biraz da akademik olarak bakalım…
***
Reklam, belirli ürün ve hizmetlerle ilgili toplumsal farkındalığı artırmaya yönelik bir dizi strateji ile tanımlanmaktadır.
Reklam yalnızca bu ürünlerin var olduğu gerçeğini ele almakla kalmaz, aynı zamanda bir şirkete sundukları ürün veya hizmetlerle ilgili belirli bir itibar ‘marka’ kazandırmaya da yardımcı olmaktadır.
Araştırma yaparken şu açıklamayı okudum, beğendim; sizinle de paylaşmak istiyorum:
“Genel kurumsal hedef müşterilerin bir satın alma işlemi yapması olsa da hiç kimse ‘BENİ SATIN AL’ yazan bir reklam yayınlamaz. Doğal olarak teklifi pazara göndermeden önce değiştirmek gerekir. Bu değişikliği başarmanın bir yolu, güçlü bir şirket sloganı yaratmaktır. Bu, piyasadaki en iyi stratejilerden biridir. Stratejiler sayesinde insanların zihninde avantajlı bir konum kazanılır.”
Sonuçta tüketici kendisi; ‘Ben bunu almalıyım’ kararını verir.
İyi bir örnek olarak şu sunulmuş:
Tanınmış bir Amerikan cep telefonu şirketi: ‘Şimdi beni duyabiliyor musun?’ sloganını kullanmıştır.
Şimdi kısmen bu basit ancak popüler mesaj sayesinde şirket ‘Gelen ilk üç cep telefonu şirketini adlandırın’ gibi bir soru sorulduğunda ABD’deki ana cep telefonu operatörlerinden biri olarak en üst sıralarda yer alıyor.
Stratejiler ve argümanları uzun uzun buradan aktarmak mümkün değil ancak müzik konusuna da değinmek de fayda var.
Belki 20 yıl geçmesine rağmen unutmadığımız, tınısını duyunca hemen eşlik etmeye başladığımız reklam şarkıları bu işin önemli bir parçası.
Ve tüm tuşlara doğru basıldığında markalaşma peşinden geliyor; o saatten sonra yalnızca ‘marka’ satın alınıyor.
Çünkü ürünün farklılaşması zor…