Evlenmek için geç kaldığını düşünenler var bu ülkede.
Sadece birkaç kişi değil… Yığınla insan.
"Tren kaçtı" diye düşünenler.
"Ben artık evde kaldım" diye iç geçirenler.
"Aile kurmak için artık yaşım geçti" diyenler…
Ama bir de öteki taraf var.
Erken evlendiği için pişman olanlar…
“Yanlış kişiyi seçtim” diyenler…
“Bu benim hayatım değilmiş” deyip içten içe başka bir hayatı düşleyenler…
Kimi çocuğunun kokusunu duymak için yanıp tutuşuyor,
Kimi “Ben bir tuvalete bile yalnız giremiyorum!” diye çocuklu hayata isyan ediyor.
Birileri kariyer yapamadığı için üzgün,
Diğeri "Ben kariyer yaptım da ne oldu, ruhumu bıraktım ofiste" diye sitemkâr.
Ev hanımı olan çalışmak istiyor, çalışan “Ne olur bir gün evde oturayım, pijamayla kahve içeyim” diyor.
Bir arkadaşın sahilde yoga yapıyor, diğeri yurtdışında kahve içiyor, biri evlenmiş düğün yapıyor, biri boşanmış tatil yapıyor.
Sen ise o sırada evde çorba karıştırırken “Ben ne yapıyorum?” diye düşünüyorsun.
Hayatın kıyısından bile geçmeyen hayallere iç geçiriyorsun.
Fakat kimse gerçeği göremiyor:
O yoga yapan kişi, belki de sabah kalkıp ekmek alacak dermanı bulamıyor.
Kahve içen kişi yalnızlıktan geceleri uyuyamıyor.
Düğün yapan daha ertesi hafta “Ben ne yaptım?” demeye başlamış olabilir.
Boşanmış olan “Keşke sabretseydik” pişmanlığını yaşıyor olabilir.
Herkes bir şekilde eksik. Ama kimse kendi eksikliğiyle yüzleşmek istemiyor.
Çünkü başkasının hayatı her zaman daha parlak, daha huzurlu, daha dolu geliyor.
Gerçek değil, görüntü büyülüyor bizi.
Bir zamanlar apartmanlarda camdan dışarı bakan yaşlı teyzeler vardı. Şimdi herkes Instagram’dan başkasının hayatına bakıyor.
Tek fark şu: O teyzeler belki sadece dedikodu yapıyordu, biz kıyas yapıyoruz, mutsuz oluyoruz.
Kendimize hayatı zehir ediyoruz.
Çünkü mutluluğu hep başka bir durakta sanıyoruz.
Evlenince, çocuk olunca, iş olunca, para olunca...
Hep "olunca" diyoruz.
Hiç “olan”a bakmıyoruz.
Kimsenin hayatı tam değil.
Ama herkesin gözü başkasının tabağında.
Hatta şöyle söyleyeyim:
Kendi tabağındakini soğuk görüp, başkasının tabağındakini dumanı üstünde zannediyor.
Mutluluk sahip olduklarında gizlidir.
Ama insan gözü, eksik olanı daha çok büyütür.
Komşunun bahçesi hep daha yeşil gelir.
Halbuki senin bahçene güneş vuruyordur da farkında bile değilsindir.
Modern çağın cilvesi mi bu, yoksa insan doğasının ezelden gelen bir açlığı mı?
İnsan sahip olduklarına değil, sahip olamadıklarına odaklanıyor.
Elindekine değil, elinindekine meylediyor.
Hep bir "acaba benimki yanlış mıydı?" sorusu…
Hep bir "keşke" sendromu…
Sosyal medya da bu yangına körükle gidiyor tabii.
Filtreli yüzler, mutlu pozlar, renkli hayatlar…
Sanki herkes balayı modunda,
Sanki herkes CEO,
Sanki herkesin çocukları pırlanta gibi…
Ama kimse ağlamayı, bunalmayı, keşke demeyi paylaşmıyor.
Kimse gece sessizce ettiği duaları, uykusuz gecelerini sergilemiyor.
Hal böyle olunca da...
Kendi hayatını değersiz, eksik ve yetersiz sanıyor insan.
Oysa mutluluk, hiçbir zaman başkasının cebinde değil.
Ne onun evliliğinde,
Ne onun çocuklarında,
Ne de onun kariyerinde.
Mutluluk, elindekini görebilme becerisinde.
Yetinmekte.
Şükretmekte.
Sahip olduklarını fark edebilmekte.
Mutluluk, “Benim hayatım da güzel” diyebilecek bir göze sahip olmakta.
Bu gözü bulabilenler,
Kendi tabağındaki çorbanın da sıcak olduğunu fark edenler…
Gerçekten huzura en çok yaklaşanlar oluyor.
Çünkü başkasının tabağıyla doyamazsın.
Ama kendi tabağının kıymetini bilirsen,
Hayatın tadı bir başka olur.