Geçen gün okulun koridorunda yürürken…
Teneffüs oldu, herkes sağa sola savruluyor, öğretmenler odasının kapısı yarı açık, zilin tınlaması hâlâ kulaklarda…
Tam “Bir çay içsem de kendime gelsem” diye düşünüyordum ki…
Bir anda kalabalığın içinden küçük bir çift göz bana kilitlendi.
Sonra o gözlerin sahibi, otizmli öğrencim, hiçbir şey demeden, hızlı ama bir o kadar da kararlı adımlarla bana doğru yürüdü…
Ve kollarını açıp öyle bir sarıldı ki…
Anlatamam.
Resmen bütün okulun gürültüsü sustu.
Ayak sesleri, zilin yankısı… Hepsi durdu.
O anda tek gerçek, o çocuğun sıcacık sarılışıydı.
Bir “iyi ki” bir insanın kollarına bu kadar sığabilir mi?
Sığdı.
Biz mi özel çocuklara bir şey öğretiyoruz…
Yoksa onlar mı bize insanlığı baştan hatırlatıyor?
Biz bu meselede iki türlüyüz:
Ya görmezden geliyoruz…
Ya da abartıyoruz.
Bir etkinlik oluyor, bir anda herkes “farkındalık timsali” kesiliyor:
— “Engelliler için elimizden geleni yapıyoruz!”
— “Onlar çok özel!”
— “Kalbimiz onlarla!”
Sonra?
Etkinlik bitiyor, ışıklar sönüyor.
O büyük laflar da bir köşeye sönüyor.
Oysa mesele slogan değil kardeşim.
Mesele, kapının eşiğinde yarım saniye durup birine yol vermek.
Mesele, konuşurken gözünü kaçırmamak.
Mesele, ‘yardım edeyim mi?’ demek.
Gösteriş değil, vicdan.
O çocuklar senden mucize istemiyor ki…
İnsanlık yeter.
Bu kadar.
Bir gün değil, her gün…
Koridorda bana sarılan öğrencimi düşününce, çok net bir şey görüyorum:
Engel dediğin, çoğu zaman onların hayatında değil…
Bizim bakışımızda. Bizim hızımızda. Bizim umursamazlığımızda. Bizim “aman bana ne” tavrımızda...
Bir düşün dostum…
Bir çocuk tekerlekli sandalyeyle okulun rampasından çıkmaya çalışırken, biz telefonda bildirim kovalıyoruz.
Bir işitme engelli genç markette kasiyeri anlamadığında panikliyor, biz sadece sıranın uzamasına sinirleniyoruz.
Bir zihinsel engelli öğrenci bir cümle kurmak için uğraşıyor, biz acelemiz var diye gözümüzü kaçırıyoruz.
Sonra 3 Aralık’ta
“Farkındalık günü” deyip fotoğraf çekiyoruz.
Farkındalık bir güne sığar mı? Sığmaz kardeşim. Sığsa çoktan fark ederdik.
Bazen “engelli birey” demek bile içime sinmiyor.
Çünkü hayatın akışına baktığımda görüyorum ki; sokakların bozuk kaldırımları, merdivensiz devlet daireleri, engelli rampası yerine konulan saksılar…
İnsanları engelli yapan çoğu zaman biziz.
Düşünsene…
Kaldırımda küçücük bir yükselti, bizim için 2 saniyelik bir adım…
Ama tekerlekli sandalyede biri için koca bir duvar.
Asansörü işgal edenler, park yerini gasp edenler, sırada önüne geçenler, sanki hiç kimseyi görmüyormuş gibi davrananlar…
Bunlar hepimizin her gün karşılaştığı şeyler.
Bizim “ufak tefek” dediğimiz o şeyler, onların hayatında dev bir problem oluyor.
Bak, çok büyük şeylere gerek yok. Ayağımızın altındaki taşları kaldırmak çoğu zaman binaları yıkıp yeniden yapmaktan daha etkili.
Kaldırımı işgal eden bir esnafa “Abi buraya rampa lazım” demen bile bir adımdır. Toplu taşımada “Bir dakika bekleyin, o binsin” demek incelik değil; insanlıktır. Okullarda, iş yerlerinde, sınıflarda onların sesini duymak, fikirlerini almak… Bu saygıdır.
Bir park yapıyorsan, bir bina yapıyorsan, bir yol yapıyorsan önce “Bir tekerlekli sandalye buradan geçebilir mi?” diye sormaktır asıl medeniyet.
Bunları yapınca dünyayı güzelleştiren biz olmuyoruz.
Biz sadece olması gerekeni yapmış oluyoruz
Geçen hafta metroda bir görme engelli abi bastonuyla peron kenarında kenara doğru yöneldi. İnsanlar önce bir panikledi, sonra genç bir kız koluna girdi.
Abi, “Kızım ben tarif ederim, sen bana eşlik et yeter” dedi.
Bu kadar naif, bu kadar temiz…
İnsan ister istemez kendi iç sesine dönüyor:
“Bu kadar basit işte. Dünyayı güzelleştirmek dediğin bu.”
Yine geçen gün otobüste öyle bir sahneye şahit oldum ki, bütün gün zihnimde dönüp durdu.
Tekerlekli sandalyedeki bir abi durağa yanaşmış, otobüsün rampası açılacak… Ama otobüs tıklım tıklım. Hani insanlar sanki bir yere yetişiyorlar ama nereye gittiklerini de pek bilmiyorlar ya işte öyle bir kalabalık.
Derken genç bir çocuk, “Bir saniye herkes bir adım geri!” diye seslendi. Öyle kaba değil… Tam böyle kendinden emin, saygılı bir ton. Herkes geri çekildi, rampa açıldı, abi bindi.
O an otobüsün içi güzelleşti, hava temizlendi, insanlar birden daha insani oldu.
Ben de düşündüm: Aslında medeniyet dediğin şey büyük büyük laflar değil, küçük küçük kolaylıklardır.
Onlardan öğreniyoruz, biz farkında değiliz.
İşte asıl mesele bu. Normal olmak değil onların derdi.
Görülmek. Duyulmak. Varlıklarının fark edilmesi...
Bazı engeller beton değil, bakış.
Toplum olarak dev projeler beklemiyoruz ki… Milyon dolarlık yatırımlar şart değil.
— Bir rampayı doğru açıyla yapmak…
— Bir kapıyı tutmak…
— Bir öğrencinin ritmini beklemek…
— Kasada yavaş çalışan gence sabır göstermek…
Bunlar para istemiyor. Sadece yürek istiyor. Ve bir gün anlayacağız ki: Asıl engel onları değil… Bizim sevgisizliğimizi zorlayan bahanelerimizi.
Koridorda bana sarılan o çocuk… Hiç konuşmadı. Hiç cümle kurmadı. Ama tek bir sarılışla şunu anlattı: “Biz sizin için yük değiliz. Bizim için üzülmeyin. Bize acımayın. Sadece yanımızda olun.” Ne büyük ders…
Yarın 3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Ama bana sorarsan, bu gün onların değil… Bizim farkına varma günümüz. Çünkü bir engelli birey seni görünce gülümsüyorsa… Sana güvenip sarılıyorsa… Bulunduğun yerde rahat hissediyorsa…
O gün dünya biraz daha iyi bir yer olmuştur. Gerçek farkındalık, bir güne değil… Gönüle sığar.
3 Aralık, bir farkındalık günü değil sadece; bir aynaya bakma günü. Kendimize şu soruyu sormalıyız: “Onların hayatını kolaylaştırmak için bugün ne yaptım?”
Ve bence toplumun gerçek olgunluğu, en hızlı koşanların değil; en yavaş yürüyenlerin bile rahatça ilerleyebildiği bir düzen kurmakla ölçülür.
O yüzden gel… Bugünü bir başlangıç say. Bir kapı aç, bir yer düzelt, bir gönül al, bir yol yap. Belki küçük ama etkisi büyük bir iyilik. Engeller, onlar için değil; biz kaldırmadığımız için var.
İşte 3 Aralık tam da bu yüzden önemli. Bir gün değil…
Her gün görebilsek keşke.