Hava Durumu

“Bir iyilik, bir nefes, bir ömür”

Yazının Giriş Tarihi: 06.05.2025 00:05
Yazının Güncellenme Tarihi: 06.05.2025 00:05

Biliyor musunuz, bir gün oturup şöyle düşündüm: İnsan, gerçekten yaşadığını nasıl anlar? Yani nefes alıp vermek, yemek yemek, işe gitmek, uyumak… Bunlar tamam da, yaşamak dediğimiz şey sadece bunlar mı? Yoksa yaşamanın bir “hakkı” mı var, bir bedeli mi, bir anlamı mı?

Bu soru öyle bir soru ki, dinlerin de, filozofların da, şairlerin de, psikologların da peşinden koştuğu bir sır.

Gelin, biraz birlikte yürüyelim bu yolun üzerinde. Kah bir filozofun yanına uğrayalım, kah bir şairin dizesine kulak verelim, bazen de kendi kalbimize dönelim.

Bazen bir sabah gözünü açarsın ve içini tarifsiz bir huzursuzluk kaplar. Her şey yolunda gibidir: Sağlığın yerindedir, işin vardır, sevdiklerin yanındadır. Ama içten içe bir eksiklik, bir “yetmiyor” duygusu dolanır kalbinde.

İşte o an, aslında kendine sormaya başlarsın: Ben gerçekten yaşıyor muyum? Yaşamanın hakkını veriyor muyum?

Bu soru insanlığın yüzyıllardır peşinden koştuğu bir soru. Hem dinlerin, hem edebiyatın, hem felsefenin, hem de psikolojinin gündeminde… Gelin, biraz birlikte yürüyelim bu sorunun etrafında.

İslam’da Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) çok çarpıcı bir sözü var: “İki nimet vardır, insanların çoğu bunlarda aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” Düşünsene, sağlıklısın, zamanın var, ama ne yapıyorsun? Netflix, Instagram, biraz gezinti, biraz şikâyet… Oysa yaşamanın hakkını vermek, bu nimetleri hayra dönüştürmekten geçiyor. İşte bunlar yaşamın hakkını vermenin dini penceredeki izdüşümleridir.

Hristiyanlıkta İsa Mesih’in “Komşunu kendin gibi sev” buyruğu, yaşamanın hakkını başkalarına hizmet ederek vermek anlamına gelir. Budizm’de ise Nirvana’ya ulaşmak için dünyevi arzuları terbiye etmek, başkalarına zarar vermeden yaşamak öğütlenir.

Ahmet Hamdi Tanpınar “Huzur” romanında, bir türlü tatmin olamayan, geçmişle gelecek arasında sıkışıp kalmış insanları anlatır. Tanpınar’a göre yaşamanın hakkını vermek, “anı yakalamak” ve içsel bir barışa ermekle mümkündür. Nazım Hikmet ise “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” derken, hem bireysel hem toplumsal bir yaşam idealine işaret eder.

Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı öyküsünde, ömrünü mevki, para ve toplumdaki saygınlık peşinde geçiren bir adamın ölüm döşeğinde fark ettiği pişmanlık anlatılır. Okuyan herkesin yüreğine dokunan bu öykü, yaşarken fark etmemiz gereken bir gerçeğe parmak basar: Hakiki yaşam, samimi yaşamdır.

Sokrates’in “Sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez” sözü, yaşamanın hakkını vermek isteyen herkesin kulağına küpe olmalı. Hayatı sorgulamak, neyi neden yaptığını bilmek, kendi iç sesini duymak…

Sartre ve varoluşçular da der ki: Hayat bir “ham madde”dir, onu anlamla doldurmak bizim görevimizdir.

Nietzsche ise biraz sarsar bizi: “Hayatın hakkını vermek istiyorsan, acıya da kucak açmayı öğren.” Çünkü acıdan, kayıptan, yıkımdan korkarak yaşarsan, aslında eksik bir hayat yaşarsın.

Modern psikoloji bize diyor ki, mutlu ve anlamlı bir yaşamın formülü, “akış” haline ulaşmakta yatar. Mihaly Csikszentmihalyi’nin ortaya koyduğu “akış”, bir işe o kadar dalmak, o kadar kaptırmak ki, zamanın nasıl geçtiğini unutmaktır. Bir ressamın tablosuna, bir yazarın metnine, bir annenin çocuğuna, bir öğretmenin öğrencisine kaptırdığı o an… Yaşamanın hakkını veren anlar, işte bunlar.

Ayrıca pozitif psikolojinin kurucusu Martin Seligman, “anlamlı bir hayat” kavramını ortaya atar. Ona göre sadece haz peşinde koşmak değil, daha büyük bir amaca bağlanmak insanı doyurur.

Hz. Ömer, halifeliği döneminde geceleri kılık değiştirip halkın durumunu kontrol ederdi. Bir lider olarak sadece oturmak değil, sorumluluk almak, halkının derdine koşmak yaşamanın hakkını vermekti onun için.

Mevlâna, “Ne olursan ol, yine gel” diyerek herkese kucak açmayı, sevgiyi ve hoşgörüyü yaşamının merkezine koydu.

Belki de bütün bu örneklerden sonra kendimize şunu sormalıyız: Ben günlerimi sadece tüketiyor muyum, yoksa üretiyor muyum? Sadece şikâyet mi ediyorum, yoksa bir şeyleri değiştirmek için harekete mi geçiyorum? Sevdiklerime sevgimi belli ediyor muyum?

Bazen yaşamanın hakkını vermek, bir iyilik yapmak, bir çocuğun başını okşamak, yaşlı birinin elinden tutmak kadar küçük anlarda saklıdır. Bazen de bir hayalin peşinden koşmak, korkularını aşmak, risk almak demektir. Herkesin cevabı kendine özgüdür ama herkesin içinde aynı özlem vardır: Dolu dolu yaşamak.

Yazıyı, Albert Camus’nün o güzel cümlesiyle bitirmek isterim: “Asıl önemli olan, yaşamın anlamı değil, yaşarken bu anlama nasıl katıldığındır.”

Ve şimdi gelelim sana, bana, bize… Bir sabah uyanıyorsun, güneş yüzüne vuruyor. O an, belki pencereyi açıp bir derin nefes almak; belki anneni, babanı aramak; belki çocuğuna sarılmak; belki bir hayalin peşinden ilk adımı atmak…

Yaşamanın hakkı, büyük işler başarmaktan önce küçük anları ıskalamamakta. Bir iyilik, bir teşekkür, bir emek, bir cesaret… Unutma, koca bir ömür aslında milyonlarca küçük andan oluşur.

Gelin, her sabah uyandığımızda “Bugün yaşamanın hakkını nasıl verebilirim?” diye soralım kendimize. Belki bir tebessümle, belki bir emekle, belki bir dua ile… Ama mutlaka bir iz bırakarak. Çünkü ömür, sandığımızdan daha kısa, anılar ise sandığımızdan daha değerli.

Sen bugün neyle başlayacaksın?

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.