Geçenlerde bir televizyon programında "şaka" diye yapılmış bir sahneyi izledim. Adam kekeme… Konuşmakta güçlük çekiyor. Sunucu, kıs kıs gülen seyirciye dönüp diyor ki:
— "Abi zaten kekeliyor, bir de heyecan yapma!"
Stüdyo kahkahadan kırılıyor.
Birinin ayağı topal, gülüyorlar.
Bir başkası kekeliyor, videoya çekip "eğlence" yapıyorlar.
Bir kadın kilolu, üzerine caps’ler, montajlar, şarkılı alaylar…
Bir adam fakir, "kombisi yokmuş" diye dalga geçiliyor.
Kardeşim, bu nedir ya?
Ne ara bu kadar acımasız, ne ara bu kadar çürümüş, ne ara bu kadar vicdansız olduk?
Ve daha beteri: Ne ara bu çürümüşlüğe "mizah" demeye başladık?
Bu mudur yani? Mizah bu kadar mı düştü?
Birinin doğuştan gelen kusurunu al, üstüne bas, yetmezmiş gibi alkışlat, sonra adına "eğlence" de!
Hayır, bu rezilliğin adı şaka değil, zihinsel çürümedir.
Toplumun Ruhunu Yitirdiği Nokta
Türkiye’de mizah denince hâlâ çoğu yerde ilk akla gelen:
– Kısa boylular
– Şişmanlar
– Zihinsel engelliler
– Kekemeler
– Lisan bozukluğu olanlar
– Cinsiyet üzerinden yapılan alaylar
– Ekonomik yoksullukla dalga
Eskiden derlerdi ki:
— "Mizah zekâ işidir."
Şimdi desinler:
— "Mizah zavallılık işi oldu."
İnsanların doğuştan gelen kusurlarını, fiziksel farklılıklarını, hastalıklarını, yoksulluğunu alıp “eğlence” yapmak; bırak zekâyı, ahlakın bittiği yerdir.
Bu, bir espri değil; bu bir karakter iflasıdır.
Ve bunları yapanlar ekranlarda, sahnelerde, TikTok’ta meşhur oluyor.
Alkış alıyor, ödül alıyor, milyonlar izliyor.
Kendi yarasını gizleyip başkasının yarasını “malzeme” yapanlar prim yapıyor.
Kusura bakma ama sen birinin kekemeliğine gülüyorsan,
senin ruhun konuşamıyor demektir.
Birinin yürüyüşüne, kilosuna, yoksulluğuna gülüyorsan,
senin kalbin sakat demektir.
Çünkü sağlam insan, başkasının acısından zevk almaz.
İnsan olmanın temel şartı, empati kurabilmektir.
İnsan utanır.
Ama utanmak da bir erdem artık, fosil sayılıyor.
Peki Neden Böyleyiz?
Gülmeye aç bir toplumuz, evet.
Ama neden birlikte gülmek yerine, birini kurban edip gülüyoruz?
Toplum olarak uzun süredir bastırılmış duygular içindeyiz.
Travmalarımızı çözemedik. Öfkemizi yönetecek alanlar yok.
İnsan, bastırdığı acıyı ya aşağıya yönlendirir ya da maskeyle örter.
Biz gülme maskesi takıp, altta kıvranan egoyu başkasının kusuruyla avutuyoruz.
Yani “ben de sorunluyum ama bak o daha kötü” rahatlığı…
Çünkü biz kendimizle barışık değiliz.
İçimizde bir eziklik var.
Kendi yoksulluğumuzu, eksikliğimizi, değersizliğimizi
başkasını küçülterek örtüyoruz.
Yani birine “şişko” demek, aslında “ben zayıf karakterliyim” demenin başka yolu.
Birine “mal” demek, aslında “ben boşum” demek
Ama bunu yüzleşecek cesareti yok kimsenin.
O yüzden herkes ekranlarda, sosyal medyada “gülerken rezil oluyor.”
Bizde "alay etmek" neredeyse milli gelenek gibi büyüyor.
Okulda farklı giyinen çocukla dalga geçmek,
Mahallede topa kötü vuran çocuğa lakap takmak,
Aile içinde bile fiziksel kusurların “şaka malzemesi” yapılması...
Hepsi “aile içinde” ya da “arkadaş arasında” denilip normalleştiriliyor.
Sonuç? Empati yoksunu, vicdan yoksunu, saygı yoksunu bir güldürü anlayışı.
Bu ülkede çocukken fiziksel kusuru olanlara lakap takılır, o çocuk o lakapla büyür.
Okulda başarısız olan çocuk, sınıfın “malzemesi” olur.
Köyde, mahallede birisi biraz farklıysa, adı “deliye” çıkar.
Ve gülünür…
Kusur gülünç olur, gülünç olan meşhur olur.
Toplum böyle zehirlendi işte.
Bu bir milletin ruhuna sinmiş bir alaycılık virüsü.
Hem de bulaşıcı.
Hem de öldürücü: Şefkati öldürüyor, merhameti bitiriyor.
Peygamber Efendimiz (s.a.v), ashabıyla gülerdi, latife yapardı ama hiçbir zaman birinin kusuru üzerine şaka yapmazdı.
Kur’an açıkça buyurur:
"Birbirinizle alay etmeyin." (Hucurât, 11)
"Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin. Belki de alay edilenler, edenlerden daha hayırlıdır."
Din, sadece namaz-oruç değil, edep demektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir gün sahabenin birine şöyle dedi:
"Kardeşine, ayıbıyla alay etme. Allah, onun ayıbını senden alır da seni o hâle düşürür."
Yani bugün alay ettiğin şeyi, yarın senin alnına yazabilir kader.
Kusura bakma ama sen “Müslümanım” deyip de,
birinin kusurunu paylaşıp altına “gülücük” koyuyorsan,
bu dinle değil, şeytanla dostluk kuruyorsun demektir.
Peki Ne Yapabiliriz?
1- Mizahı Yeniden Tanımlamalıyız:
İnce zekâ, kelime oyunları, durum komedisi, absürt mizah… Bunlar da güldürür.
Kimi kırmadan da komik olunabilir.
Mizah eğitimi, stand-up okulları, skeç yazarları, içerik üreticileri bu farkındalıkla büyümeli.
Karikatüristinden içerik üreticisine, stand-upçısından TikTok’çusuna kadar…
"Kimseyi ezmeden güldürebiliyor musun?"
Evetse sen komiksin. Hayırsa sen acımasızsın.
2- Ailede Başlamalı:
Çocuğuna “kardeşine bak da gül biraz” deyip onun ağlamasına gülersen,
o çocuk büyüyünce başkasının düşüşüne güler.
Okulda en başarısız çocuğa sarılmasını, en farklı görünene selam vermesini, onunla oturmasını öğreteceğiz.
İlk dersi empati olacak.
3- Medya Sorumluluğu Almalı:
Kusurla alay eden içeriklerin RTÜK’ten ceza değil, toplumdan linç yemesi gerekir.
Tersine döndürmeliyiz.
Birine hakaret ederek gülmek, utanılacak bir eylem olmalı.
4- Din Görevlileri Daha Fazla Konuşmalı:
Camilerde, vaazlarda, sosyal medya hesaplarında bu ayet ve hadisler daha çok anlatılmalı.
İmanın şubelerinden biri olan edep konusu daha çok gündeme alınmalı.
5-Psikolojik Farkındalık Yayılmalı:
Eğitim sisteminde, özellikle rehberlik birimleri; alay, lakap takma, grup dışlama gibi konularda daha aktif rol almalı.
Gülmek bir ihtiyaçtır.
Ama gülmek için başkasının ağlamasına ihtiyacın varsa, sen gülmüyorsun.
Sen sadece içindeki merhameti yitiriyorsun.
Bir gün senin de sesin titrer, senin de ayakkabın yırtılır, senin de dilin dolanır…
İşte o gün, birileri seni güldürü malzemesi yaparsa, o kahkaha hançer gibi saplanır içine.
Gel biz insan gibi gülelim.
Edeplice, şefkatlice, zarifçe…