Bir gün pazar yerinde birileri Sokrates'e fena hakaret ediyordu:
— Sen bir alçaksın, cahilsin ve içki içicisin!
Sokrates, başını sallayarak cevap vermedi, sadece gülümsedi...
Zengin bir aristokrat, bu sahneyi izledikten sonra ona sordu:
— Böyle hakaretlere nasıl tahammül ediyorsunuz? Kendinizi kötü hissetmiyor musunuz?
Sokrates yine gülümsedi ve dedi ki:
— Benimle gel...
Tanıdığı bu aristokrat onu, eski, tozlu bir depoya kadar takip etti...
Sokrates bir meşale yaktı ve işe yaramaz, paçavra, delinmiş bir pelerin bulana kadar etrafı aramaya başladı...
Sonra da bulduğu bu pelerini adama verdi ve dedi ki:
— Bunu giyer misin? Sana uyar.
Adam paçavra pelerine baktı, kızarak:
— İyi misin Sokrates? Bu paçavrayı giyecek miyim, diyerek geri attı.
“Gördün mü?” dedi Sokrat,
“Elbette kirli ve eski pelerini giymeyi reddettin...
Aynı şekilde adamın söylediği saçma ve edepsiz sözler bana da dokunmadı...

Birisi sana istemediğin bir şeyi verdiğinde ve sen onu kabul etmediğinde reddedilen hediyenin sahibi kimdir?”
Başkalarının hakaretlerine üzülmek ve öfkelenmek, onların attıkları paçavraları giymeyi kabul etmek gibidir...
İşte tam da burası!
İnsanların birbirini dinlemeden, düşünmeden, araştırmadan, sadece öfke refleksiyle saldırdığı bir çağda yaşıyoruz.
Sokrates’in o gülümsemesi bugün neredeyse kimsenin yüzünde yok.
Çünkü artık herkes “cevap verme yarışında”.
Kimse düşünmüyor, kimse susmuyor, kimse sorgulamıyor.
Biri bir şey söylüyor — hemen alınma.
Birisi eleştiriyor — hemen savunma.
Birisi hakaret ediyor — hemen misliyle iade.
Kimse paçavrayı yere bırakmıyor, herkes üstüne geçiriyor.
Sonra da “Neden bu kadar yorgunum?” diye soruyor.
Oysa bazen susmak yenilmek değildir.
Bazen susmak, “Senin seviyene inmeyeceğim” demektir.
Sokrates’in derdi kazanmak değildi; anlamaktı.
Ama biz, anlamayı değil, haklı çıkmayı seçiyoruz.
Bildiğimiz her şeyin doğru olduğunu, duyduğumuz her şeyin yalan olduğunu sanıyoruz.
Bugün Sokrates yaşasa, muhtemelen sosyal medyada linç edilirdi.
“Cahil!” derlerdi.
“Sen kimsin?” diye bağırırlardı.
Ama o yine gülümserdi.
Çünkü o biliyordu:
Paçavrayı kim giyerse, kirlilik onda kalır.
Evet, çağ değişti. Ama akıl hâlâ aynı yerde. Yalnız fark şu: Sokrates düşünüyordu, biz tepki veriyoruz. Sokrates sorguluyordu, biz hemen hüküm kesiyoruz. Sokrates hakareti boş veriyordu, bizse onu manşet yapıyoruz.
Ve sonra “Neden bu kadar gerginiz?” diye soruyoruz.
Nedeni belli:
Biz her paçavrayı giyiyoruz.
Her söze alınacak kadar kırılgan, her eleştiriyi kişisel algılayacak kadar benciliz.
O yüzden bazen cevap vermemek en yüksek zekâdır.
Bazen bir adım geri çekilmek, en büyük cesarettir.
Ve bazen, sadece susmak en derin sözdür...
Hakaret, ancak kabul edilirse kirletir.
Ve bilgi, ancak sorgulanırsa aydınlatır.
Sokrates’in o gülümsemesi hâlâ en asil duruştur bu çağda.
Paçavrayı giymemek… İşte gerçek bilgelik budur.
Hayat kısa, insanlar gürültülü.
Her lafı üzerinize almayın.
Kirli pelerinleri giymeyin.
Ve unutmayın:
Sokrates’e hakaret edenin adı tarihte silindi ama o hâlâ konuşuluyor.