Doğum: 28 Ağustos 1925 İzmit, vefat: 18 Haziran 2007 İstanbul, 82 yaşında
Doyumsuz sohbeti olan, açık sözlü ama nazik, tam bir modern zaman şövalyesi, ince ruhlu, gerçek bir beyefendi Güner Frik, 18 Haziran 2007'de, 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuştu. Onu en çok sevdiği Aziz Nesin'in bir dörtlüğü ile analım.
MERAK
"İçimde bir merak, öyle bir merak ki
Ölümümden bir ay sonra, bir güncük yaşamak
Ve dostu, düşmanı, suçüstü yakalamak."

GÜNER FRİK'İN KALEMİNDEN...
Not: Güner Frik'in kaleminden bu üç yazıyı, fikirleri bugün dahi güncelliğini koruduğu ve çok kıymetli görüşler olduğu için görüşlerinize sunuyorum:
İSTANBUL ŞEHRİNİN OLİMPİYAT ADAYLIĞI
"2000 Olimpiyat Oyunları'na, İstanbul kentinin adaylığı ortaya atıldığı zaman belirttiğim endişelerimden, üyesi olduğum TMOK yönetim kurulundaki arkadaşlarımdan bir kısmı hoşlanmadılar. 10 - 15 yıl içindeki gelişmeler, maalesef endişelerimin yersiz olmadığını kanıtlıyor. Yanlış anlaşılmaması için, vurgulamam gereken husus şudur: Olimpiyat oyunlarının İstanbul'da yapılmasına karşı değilim, sadece hazır değiliz!
Bu konu ile ilgili yazım, adaylığımız ile ilgili endişelerimi belirtmektedir:
12 Nisan 1992 Swissair havayollarının Zürih - İstanbul uçağında, eşim ve ben Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı, J.A.Samaranch ve başkanın özel sekreteri A.Inchpause ile karşılaştık. Başkan final four için, ben tatil dönüşü İstanbul'a uçuyorduk. Spor dünyasından başka da kimse yoktu. Uçak havalandıktan sonra başkan ve ben boş koltuklara geçerek İstanbul'a kadar yaptığımız sohbette konu döndü dolaştı, İstanbul'un Olimpiyat adaylığı ile ilgili bölüme geldi. Bu bölümü şöyle özetleyeyim:
(S:Samaranch, F:Frik...)
S: İstanbul adaylığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
F: TMOK Yönetim Kurulu üyesi Frik'e mi, yoksa vatandaş Frik'e mi soruyorsunuz? İki farklı cevabım var!
S: Güner'e Juan Antonio özel olarak soruyor ve seçime kadar aramızda kalacak.
F: Seçimde sizin oyunuz olmayacağı için ve komitem zarar görmeyeceğinden adaylık için henüz hazır olmadığımız görüşünü ifade edebilirim.
S: Bu sonuca neden vardığınızı açıklatabilir misiniz?
F: Bir arkadaşımdan, bir işin gerçekleşmesi için 5 M formülünün işlerliğini duymuştum. (1. M: Money(para), 2.M: Management(Yönetim), 3.M:Machinery (konumuzda spor tesisleri) 4. M: Man power (insan gücü) ve 5. M: Maintenance(Bakım - onarım ve lojistik destek),
S: Tekrar eder misiniz, not alayım (not etti).
F: 5 M formülüne göre durumumuz şudur:
PARA: Paramız yetersizdir. Olimpiyat Kanunu, bunu karşılar tezi inandırıcı değildir. Bürokrat veya politikacıların kanun veya kararları, işlerine gelen farklı şekillerde tefsir etmeleri gibi kötü alışkanlıkların, ödeme ve zamanlamada aksilikler çıkaracağı kuvvetle muhtemeldir.
YÖNETİM: Problem değil, yeterli ehil idarecimiz var.
TESİS: Yeterli spor tesislerimiz yoktur. Para ve zaman konusundaki endişelerim paralelinde bu konuda da karamsarım. 'Allah'ın inayeti ile yaparız, ederiz' lafları hayal kurmaktan ileri gidemez. Şahit olduğum veya bizzat yaşadığım başka organizasyonlarımızdaki falsolar, hâlâ rüyalarıma kâbus olarak giriyorlar.
İNSAN GÜCÜ: Olimpiyat hazırlığı ve gerçekleşmesi için gereken teknik eleman, gönüllüler vb. personelin evsaf ve miktarı malum. Vasıflı insan gücümüz, yok denecek kadar az, 'kısa zamanda yetiştiririz' tezi ise kandırmacadır.
BAKIM: Adaylığımız ile ilgili bu konuya girmiyorum. Çevre pisliği, trafik, emniyet, yerleşim, ulaşım vb. hususlar dahi adaylığımızın reddine yol açacak seviyededir. 5 M'deki eksikliklerimiz, başarısızlığımıza yeterli olduğundan bu veya başka konulara girmeyeceğim.
S: Konuları, çok katı bir şekilde açıkladınız. Bu durumda önünüzde çok zor bir evre var.
F: Sayın Samaranch, görüşlerim katı değil, objektiftir. Siz mevcut adaylar arasında hangi şehrin kazanacağını tahmin ediyorsunuz?
S: Sorunuz Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanına mı, yoksa Juan Antonio'ya mı?
F: Özel olarak sizden, Exelans Samaranch'tan rica ediyorum.
S: Bence Beijin(Pekin)
F: Neden Pekin?
S: Mevcut politik sebeplerden dolayı, Pekin'e kayabileceğini düşünüyorum.

Notlar:
1- 5M formülünü, Olimpiyat madalyalı tek Türk atleti dostum, atlet arkadaşım Ruhi Sarıalp'ten öğrenmiştim.
2- 5. M(bakım), bizde tahsisatsızlık veya görgüsüzlük yüzünden ihmal edilir.
3- Bence bize 6. bir M gerekli, MENTALİTY (Spor mantalitesi, spor terbiyesi)
4- Başkan Pekin tahmininde yanıldı. Biz ise İstanbul'un sonuçlarını yaşadık. Yukarıdaki yazım, özel olarak, İstanbul 2000, 2004 Olimpiyat adaylıklarımız içindir. TMOK ve hazırlık komitesinin özveri ile çalışan idealistlerini tebrik eder, başarılar dilerim.
Not: 2000 Olimpiyatları'nda yapılan oylamada İstanbul birinci turda 7 oy alarak elendi, 4.turda 45 oy alan Sydney, 43 oy alan Pekin'i geçerek ev sahibi oldu. 2008 Olimpiyatları'nda ise Pekin, 2.turda 56 oy alarak, 22 oy alan Toronto, 18 oy alan Paris, 9 oy alan İstanbul'un önünde Olimpiyatlar'a ev sahipliği yaptı.
***
SPORDA FAİR PLAY VE DOPİNG:
Bilindiği gibi değişen dünya koşulları, sporu da etkisi altına alarak amatörlüğü, resmi profesyonelliğe dönüştürmüştür. Uluslararası Olimpiyat Komitesi,(Amatör) kelimesini atmak zorunda kalmış,(Amatörlük yemini) programdan çıkarılmış ve diğer spor yarışmaları gibi Olimpiyatlar da para kazanmak ve kazandırmak için meslekleri spor olanlara açılmıştır. Seyirci, daha süratli, daha yüksek, daha kuvvetliyi görmek istiyor. Spor tüccarları, bu istekten azami geliri sağlayabilmek gayesi ile kabiliyetli gençleri para mükâfatları, para ödülleri ile heveslendirerek arenaya(spor sirkine) çıkarıyor. Düşününüz; köpek yarışlarındaki tavşanın işini yapan hız kazandırıcılar(!) insan koşularında da yer alıyor.
Bunları bilmeyen yok. Ancak, bilinmesine rağmen unutulan bir husus da bu spor işçilerinin kısa bir süre sonra, performanslarının azaldığı veya yok olduğu yani işten çıkarılmak zorunda kaldıkları zamandan sonraki yaşantıları ne olacaktır?
Ayrı bir konu olması bakımından, mutlu bir azınlığın dışında kalan ve sonuçları acıklı olan sporcuların hayat hikâyelerine girmeyelim. Fair play, Türkçemize, dürüst yarışma olarak tercüme edilebilir. Sporu meslek edinmiş kişiler (sporcu, antrenör, idareci vb) yanlışlıkla, fair play şartlarına uyarsa, gelirleri ve gösterişli, ihtişamlı yaşantıları tehlikeye girecektir.
Başarı için yapay yollara başvurmanın, spor ahlâkına aykırı bulunduğunu, dopingin zararlı yan etkileri olabileceğini istediğiniz kadar anlatmaya çalışınız, sonuçlar önümüzde. Bir tarafta yasaklanan maddelerin tanıtım metotları üzerinde çalışılır ve çok büyük masraflarla sporcular kontrol altında tutulmak istenirken; diğer tarafta bu maddeleri maskeleyecek metotlar araştırılıyor ve başarılı sonuçlar alınıyor. Bütün bunlar bir kenara doping tespit edilen sporcu, dünya çapında bir sporcu ise kısa bir süre sonra affediliyorsa da cezası azaltılarak pistlere geri dönüyor.
Olayların aklı içinde fair-play ve doping kavramlarının da ortadan kalkacağını veya kalkmakta olduğunu görmemek mümkün değil.
SORU: Fair-play'in yanında ve dopingin karşısında olan idealistler (ki ben de onlardan biriyim) kendi kendimizi daha ne kadar zaman kandırabileceğiz?
SONUÇ: TMOK ve Avrupa Milli Olimpiyat Komiteleri Birliği'nin yönetim kurulu üyelikleri ile sağlık ve bilimsel komite başkanlıkları yapmış biri olarak kendi yazdıklarıma kendim şaşıyorum. İnşallah, olumsuz görüşlerim, yaşlılığın verdiği bir duyarlılıktan ibaret ve yanlıştır.)
Not: Ne yazık ki Sevgili Güner Frik, zaman sizi haklı çıkardı, bütün mücadelelere, kontrol gayretlerine rağmen doping tüm hızıyla devam ediyor ve yayılıyor, doping şekilleri ve çeşitleri artıyor, dopingin insan vücudu üzerindeki etkileri herkes tarafından biliniyor ama kimse 'bu olayı bitirdik' kelimesini telaffuz edemiyor, korkarım yakın bir zamanda Olimpiyatlar'ı ikiye ayırarak yapacağız, birinde doğal, natürel, doğduğu gündeki fizik ve genetik yapısını muhafaza eden sporcuların olimpiyatı, diğer tarafta performans artırıcı her türlü maddeyi kullanan, genetiği ile oynanmış, hormonlu, GDO'lu yaratıkların yarışacağı olimpiyatlar düzenlenecek.
****
BİR ANI
Yıllardır, "Türkiye'de atletizmin neden gelişemediği" araştırılırken, "parasızlık, sahasızlık, antrenör eksikliği, dış temas azlığı, bilgi yokluğu, bilimsel yayın eksikliği, beslenme bilinci yokluğu, yasa yetersizliği, kararnamelerin eskiliği, sporda bilgi ve tecrübenin kıdemin yerini "bizden olsun, çamurdan olsun" siyasi zihniyetinin yerleşmesi (bunlara siz yenilerini ilave edebilirsiniz) tartışılır. Spor şuralarında fikirler ortaya atılır, hiçbir zaman hayata geçirilmeyen kararlar alınır. Konuşulanlar havada kalır ve sonraki toplantılarda bunlar yeni konularmış gibi tekrar tekrar ele alınarak oyun baştan oynanır.
Politikacılar, "olacak, yapılacak, edilecek" gibi cak-cuk'lu beyanat ve doğruluklarından kendilerinin bile emin olmadıkları istatistiklerden bahsetmeye koyulurlar.
İdareciler, ev, para, altın gibi vaatlerle elit sporcu yaratmaya, (günümüzde devşirme atletlerle, sporumuzun nasıl gelişmiş olduğu masalını kamuoyuna yutturmakla) kulüp ve kuruluşlar da ithal malı sporcularla başarılarını kanıtlamaya çalışırlar. Bu yazıdaki gayem, sporda ileri ülkelerde mevcut olan gençlere" spor zevkini aşılayarak elit sporcu yetiştirmek" metodunun Türkiye'de unutulan öncülerini hatırlamak ve şükranla anmaktır. Anılarım, beni gençliğimde yaşadığım ve Türkiye'de atletizmin parladığı tatlı bir devreye götürüyor. Spor eğitmeninin temel görevi olan teşvik ve kişiyi yönlendirme metodunun başarılı sonuçlarını sergilediği için anımı özet halinde anlatmaya çalışacağım.
İstanbul Erkek Lisesi orta kısmında okurken beden eğitimi öğretmenlerimiz Selim Duru ve Neriman Tekil, bize bir oyun öğrettiler. Oyunun adı "Olimpiyat Oyunu" idi. Her öğrenci kendisine bir ülke adı seçti ve jimnastik derslerinde 50 metre koşu, gülle atma ve yüksek atlama disiplinlerinde yarışmaya başladık. 30x40 cm büyüklüğünde diskopol resmi ve 1.,2. ve 3. gelenlere ismi ve derecesi yazılı mavi renkli diplomalar verilir. Öğretmenlerimizin sınıflara getirip tanıttıkları milli atletlerin göğüs kısmında beyaz "T" harfli kırmızı eşofmanları bizi büyülerdi. O kadar tesir altında kaldık ki, tatil döneminde de olimpiyat oyununa devam ettik.
Sultanahmet Camii imamının izin ve teşvikleri ile cami yanında sürat koşusu, tur atarak mukavemet koşusu, topraktan toprağa uzun atlama, ip üzerinden yüksek atlama, süpürge sopaları ile cirit atma, taş ile gülle atma bize mutluluk veren zevkli oyunlar olmuştu. Bir yıl sonra, şimdiki adliye sarayının bulunduğu yerde, karakol ve askerlik dairesinin de izinlerini alarak, kum havuzu yerine toprağı kabarttık, kireç satın alarak kulvarları işaretledik.
Mahallemizdeki marangozdan sırık atlamak için sopalar aldık. Harçlıkları toparlayarak aldığımız, çivili ayakkabılar, olimpiyat oyununu ciddileştirdi ve gelişen atletizm aşkımızın ikinci safhasına girdik. Öğretmenlerimiz, Selim Duru ve Neriman Tekil'le oğlu milli su sporcusu Yük. Müh. Toğan Gökçay olan, Türkiyemizin en değerli eğitimcilerinden, Celal Ferdi Gökçay, öğrencilerdeki heves ve masum spor sevgisini değerlendirdiler.
Okulun arka bahçesinde bir kum havuzu, sırık ve yüksek atlama sehpa ve çıtaları, gülle ve cirit malzemeleri sağlandı. Derslerde başarılı olmak şartı ile bizlere haftada üç gün antrenman yapma izni verildi. Derken, bir yıl daha geçti. Resmi yarışmalarda, 4. Kategoriden(yıldızlar) üst kategorilere yükselmeye başladık. İçimizden biri, Selim Yalın 16 yaşında milli takıma girdi. Bir yıl içinde ben, Eşref Aydın, Kemal Köksal, Türkiye rekorlarını kırmaya başladık. O devrede, Türk milli takımına giren İstanbul Erkek Liseli atletler, sırıkta Halit Arsever, mukavemette Eşref Aydın, tek adımda Ethem Bölen, ciritte Mehmet Çağatay ve Kemal Köksal, üç adımda ben Güner Frik ve yüksekte Selim Yalın oldu. İlginç olan husus; o yıllarda diğer lise öğretmenlerinin de hocalarımız Duru ve Tekil'e benzer çalışmalar yapmış olmalarıdır. Nitekim Galatasaray Lisesi'nden Ali Dikencik, Cezmi Or, Cevat Tugay, Fuat Yılbar, Haydarpaşa Lisesi'nden Kemal Aksur, Sezai Aytan, Ruhi Sarıalp, Kamuran Tekil, Kabataş Lisesi'nden Levent Demirel gibi isimler bir tutam örnektir.
Atletizm yarışmalarına ortalama 5 bin seyirci gelmesi, iki Türk atletinin (Ruhi Sarıalp ve Güner Frik), 3 adım atlamada dünyanın en iyi 10 atleti sıralamasına girmesi, Olimpiyatlar'da madalya alabilecek derecelere ulaşmasına yol açan, gençlere spor zevkini aşılayarak elit sporcu yetiştirmede en başarılı metodu uygulayan, Duru, Saver, Tekil ve diğer idealist Türk eğitimcilerini şükranla anarak, Türkiye'de ana spor atletizmin neden gelişmediği sorusuna bu anının bir aydınlık getireceğini umarım.
****
GÜNER FRİK'İN VEFATINDAN SONRA HAKKINDA YAZILANLAR:
ZARİF DOSTUM GÜNER FRİK... Prof. Dr. Tarık Minkari
Güner dostum, kibar, nazik, dürüst, mert, alçakgönüllü, yüreği sevgi dolu, üstelik bu sevgisini, cömertçe dağıtan, vefakâr, dost canlısı bir gönül fatihi idi.
Saf ve temiz dostluğumuzun yaşı yarım yüzyılı geçmişti. Bu öyle bir dostluk idi ki, içinde hasedin, fesadın, art fikrin, çıkarın ve gerilimin zerresi yoktu. "İnsanlar anıldıkça yaşar" bu nedenle madum, temiz dostluğumuzu ve anılarımızı her fırsatta ve ortamda dile getireceğim. Hepimizin birer top (futbol) delisi olduğumuz yıllarda "O" atletizm yapardı.
Ben futbolu sevmem, çünkü oyuncu, rakibini kasten sakatlıyor. Boks ferdi spordur ama onu da sevmem; adam rakibini binlerce kişinin önünde öldüresiye dövüyor, hatta öldürüyor.
Hâlbuki Günercik, tek başına koşuyor, koşuyor, bir çizgiye gelince sıçrıyor, sanki havada uçuyor, sonra topuklarının üstüne piste düşüyordu.
Kimseyi incitmiyor, kimseyi kırmıyor, kimseyi devirmiyordu.
Derken efendim, 1945 yılında, bir gün, dostum gene sıçradı atladı: Tam 14 metre 78 cm., rekor kırdı. Türkiye Şampiyonu oldu.
Ne şımardı, ne delirdi ne de devirdi, unvanını tevazu içinde taşıdı. İşte sevdiğim Güner, bu idi. Gel de alkışlama... Yıllar geçti, sevgili Güner, değerli babası Dr. Feridun Frik'in kurduğu ilaç işinde sabırla çalıştı, olgunlaştı ve sonunda hayırlı bir halef oldu. Babasının çıkardığı "DİRİM" tıbbi dergisini devraldıktan sonra, hem yaşattı, hem de kalite yönünden geliştirdi ve güzelleştirdi. Ben emekli olduktan sonra, yani 1992'den sonra vurdum kendimi yollara. Bir gün aynaya bakarken suretim ile konuştum "Ahirette seyahat acentesi yok, iyisi mi sen yaşarken şu dünyayı tanı." Öyle yaptım, beş kıtayı gezdim, istediğim yerlere gittim, istediğim yerleri gördüm ve sonra oturdum, yazdım, çok sayıda kitap yaptım. Bu kitapları, sevgili dostum Güner Frik ve Selahattin Badur'a gönderirdim. Onlar lütfeder, yazılarıma DİRİM dergisinde yer verirlerdi, bu jest beni çok sevindirirdi.
2006 yılının günlerim kopup giderken, Amazon Nehri'nin içine girdim bin 400 km yol aldım. 2007 Şubat ayında Antarktika'ya gittim. Antarktik Peninsula'da gezdim. Penguenleri gördüm, eriyen aysbergleri izledim. Bu geziyi de kitap yaptım. Sonra bir gün Güner Frik dostuma teklif ettim. "Ben bu kitabı Frik ilaç firması için yapmak istiyorum, onu size hediye etmek istiyorum, kabul eder misiniz?" Güner dostum, çok kısa bir zaman dilimi içinde kitabı 7 bin adet bastırdı ve meslektaşlarıma dağıttı. İşte bu vesile ile Güner dostum kitabı okumuş ve sevmiş olmalı ki bana teklif etti:
"Bir geziye beni de götür, seninle el ele bu güzellikleri dolaşmak istiyorum."
Sevindim, hemen aklımdaki programı ilettim. "Nisan 2007'de Helsinki, Talin, Riga ve St. Petersburg yapıyoruz, katılmak ister misin?"
Güner dostum durdu, yutkundu, kesil kesik istemeyerek konuştu: "Çok isterdim ama Riga bizim önümüzdeki kış programında var, firmalar orada toplanacak. Bir yılda iki kez Riga çok gelir, iyisi mi sen bana başka bir teklif getir"
Sevgili Güner, artık vakit çok geç. İyisi mi orada huzur içinde bekle, günü gelince sen beni gezdirirsin...
***
BİR ÖLÜM İLANININ HATIRLATTIĞI
Hakkı Devrim (18.6.2007 tarihli Radikal gazetesindeki köşe yazısı)
Cihat Baban'ın eski bir çömezi olarak hâlâ her sabah, ölüm ilanları sayfasına bir göz atarım. Yazı işlerinde çalışırken, akşamları bu sayfaya mürettiphanede bakar, haber değeri olan birisi varsa ölenler arasında, muhabir arkadaşları uyarırdım. Dün o sayfada FRİK soyadı dikkatimi çekti. Bildiğim sporcunun bir yakını mıdır diye akraba ve taallukatına baktım. Birden adının tamamını okudum, "MEHMET GÜNER FRİK"
Son iki adıyla tanıdık onu. Benle yaşıt, ünlü bir atletti. Gördüğüm ilk üç adımcıydı.
1945'te, 14.78 metre ile Türkiye rekorunu kırdığı gün (sanırım) Fenerbahçe Stadı'ndaydık. Londra'daki üçüncülüğü ile Olimpiyatlar'da ilk atletizm derecemizi almış olan Ruhi Sarıalp, rekoru, 1948 yılında 15.07,5 metreye yükseltecek ve uluslararası yarışmalarda madalyalar almaya devam edecekti.
Pekİ, yakışıklı ve birbirinden zarif, iki gerçek sporcu. Uzun uzun baktım, ilandaki fotoğrafına.
Altmış yıl önceki sülün gibi genç adam (yaşlı haliyle de pek yakışıklıymış) gözlerimde canlandı. Spor basını eminim Güner'den değerince söz etmekte kusur işlemeyecektir. Nur içinde yatsın
Not: Sevgili Hakkı Devrim ağabey, bu önerini 14 yıl sonra kısmen olsa da yetine getirerek Türk spor basını adına gerçekleştirmeye çalıştım. İnşallah takdirlerine mazhar olurum.

****
GÜNER BEY'DEN ÖĞRENDİKLERİM
Prof. Dr. Emin Ergen(TMOK Sağlık ve Antidoping Komisyonu Başkanı, Ankara Üniversitesi Tıp Fak. Spor Hekimliği ABD öğretim üyesi)
Okulu bitirip diplomayı aldığınızda, bir taraftan mesleğinizi hemen uygulama heyecanını, diğer taraftan ise sizi rahatsız eden yetersizlik hissini duyumsarsınız. Zamanla bazı şeyler yerli yerine oturur ve kısmen rahatlarsınız. Bu kez, güncel gelişmelerin ve bilgilerin hızla birikmesine karşılık sizin bunlara ulaşıp özümsemeniz için zaman yetersizliği içinde kıvranmaya başlarsınız.
Eğer mesleğinizde ilerleme düşünceniz varsa treni kaçırmamak için çabalarsınız. Bu çabanızın yanı sıra biraz şansınız varsa karşınıza çıkan bilgili ve deneyimli kişiler önünüzü aydınlatacak ve hedefinize ulaşmada yardımcınız olacaktır.
Zaten onlar, çaba harcayanların farkında olabilecek birikime sahip olduklarından sizin onları bulmanız gerekmeyebilir, onlar sizi bulacaklardır. Yola koyulduğunuzda yanınızdakileri, destekçilerinizi fark etmeyebilirsiniz. Anneniz ve babanız başta olmak üzere, öğretmenleriniz ve daha başka büyükleriniz size emek vermişlerdir ve sizi belli bir kıvama getirmişlerdir.
Ancak esas olarak kendi ayaklarınız üzerinde durmaya. Başladığınız zaman karşılaştığınız kimselerin, doğru insan olması büyük önem taşır. Benim Güner Bey'le tanışmam böyle bir döneme rastladı.
1988 yılında, İngiltere'deki çalışmamın ardından İstanbul'a dönmüş ve ENKA spor kulübündeki görevime devam ediyordum.
TMOK'un yeni bir üyesi idim ve rahmetli Sinan Erdem'in önerisi ile Sağlık Komisyonu çalışmalarına davet edilmiştim. Güner Bey, Komisyon Başkanımızdı. O sıralarda Hacettepe Üniversitesi'nde doping kontrol merkezi kuruluş çalışmaları yapılıyordu.
Bir taraftan İstanbul'un Olimpiyat Oyunları ev sahipliği için adaylığı gündemdeydi.
Ayrıca Hacettepe Üniversitesi'nde bir Spor Yüksekokulu kurulmasına katılmak için teklif almıştım. Çok heyecanlı ve üretken bir dönem beni bekliyordu. Kendimi çok çeşitli çalışma grupları içinde bulmuştum.
Gençlik ve Spor Müdürlüğü, TMOK ve Üniversite çatısı altındaki bu çalışmalar oldukça yoğun bir mesai gerektiriyordu.
İşte bu dönemde, Güner Bey, başkanlığını yüklendiği TMOK Sağlık Komisyonu ve daha sonra beni önererek çalışmalarına kattığı Avrupa Olimpiyat Komiteleri Sağlık Komisyonu toplantılarında çok deneyimler kazandığımı düşünüyorum. Toplantı yönetme, sunum, konu paylaşımı, yazışma tekniği, raporlandırma, toplantı tutanağı hazırlama ve ilişkiler kurma aklıma gelen en temel kazanımlarım oldu diyebilirim.
Daha sonra beraber yaptığımız seyahatlerde sevgili eşi Fahire Hanım'la birlikte olmadı da benim hep gıpta ettiğim bir olaydı ve ileride kendi eşimle beraber seyahat edebilme hayalleri kurmama yol açardı.
Daha sonra Güner Bey, TMOK Sağlık Komisyonu Başkanlığı görevini bıraktı ve komiteye başkanlığı benim üstlenmemi önerdi. Zamanı gelince sorumluluğu, görevi bırakabilmenin önemini ondan öğrendiğimi söyleyebilirim.
Bu uygulamasını, görevi yetiştirdiği birisine bırakabilmenin hazzı olarak hissediyorum. Ayrıca bu, bir vazgeçme eyleminden çok, birini güven duyabilecek duruma getirip sorumluluk verme şeklinde de algılanabilir.
Güner Bey'in vefat haberini bir pazartesi sabahı gazetede okuduğumda onunla ilk tanışmamızın üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş olduğunu düşündüm. Ondan öğrenebileceğim daha çok şey olabilirdi. İstanbul'dan Ankara'ya geldikten sonra daha az görüşebiliyorduk. Sık olmasa da İstanbul'a gittiğimde kendilerini ziyaret ediyordum veya toplantılarda bir araya gelebiliyorduk. Vefatının üzerinden 10 gün geçmişti ki gelen bir mektupla ondan öğrenebileceklerimizin henüz bitmediğini anladım. Mektup Türk Spor Vakfı'ndan geliyordu.
Başkan Sayın Jerfi Fıratlı imzalı mektupta, Güner Bey'in vasiyeti üzerine vefatından sonra kendisinden boşalan yönetim kurulu üyeliğine getirildiğim yazıyordu. Sadece hayattayken değil, vefatından sonra da Güner Bey, bana bir şey öğretmiş oldu: Sorumluluk vermek ve sorumluluk almak...
Çok dar bir yazıda ve kelimelerin sınırlılığı ile aktarabildiğim bu düşüncelerin derinliklerinde, kendisine büyük minnet duyduğum Güner Bey'in anısı önünde saygıyla eğiliyorum...
***
BEYEFENDİLİK KİMSEYE O'NUN KADAR YAKIŞMAZDI!
Ergun Başkan
Çok eski dostlukları tanımlamak için "40 yıllık dostumdu" deriz. Benim Güner'le tanışıklığım 70 yıllıktı. Bu bir ömür demektir...
Ben Güner'i tanıdığımda, Güner 8, ben 5 yaşında idim. Ailece tanışmamız sebebiyle beni bazen Güner'lere bırakırlardı. O zamanlardan aklımda kalan, Güner daima bir şeylerin üzerinde gezerdi.
Kâh dolabın, kâh kanepenin üzerinde en güç pozisyonlarda dururdu, nitekim bu hareketlilik ve dinamizm Güner'i atletizme yönlendirdi. Ailece, sporcu idiler. Ablası Samiye Hanım'ın da eskrim şampiyonlukları vardı. Babamın Ankara'ya tayini üzerine, Güner ve ailesi ile irtibatımız zayıfladı. Onlar İstanbul'da idi. 15-16 yaşlarında, Güner'le tekrar Ankara'da bir araya geldik. Güner bir aralar, radyodan yayın yapma merakına kapılmıştı. Başarı ile yaptığı yayınları, etrafta oturan arkadaşlarına dinletiyordu.
Günlerimiz çok renkli geçiyordu. Mutluluk doluyduk. Sonra evlendik. Güner'in oğlu Erol, benim kızım Nükhet doğdu. En sevinçli dakikaları yaşadık.
Çalışma hayatımız da yoğun bir tempoya girmişti ama yine de görüşüyorduk. İnsanlar birbirini hakikaten seviyorlarsa, görüşmeleri için imkân yaratıyorlar. Bu günse en kederli günüm. Güner yok artık!
Güvendiğim ve çok sevdiğim bir arkadaşımı kaybetmenin acısı çok büyük oldu. Tanıyanlar bilirler, Tam bir İstanbul beyefendisi, dürüstlüğü, olgunluğu, zarafeti, yardımseverliği ve sıcak arkadaşlığını unutmak mümkün değildir. Yeri doldurulmayacak bir boşluk, dostlarında derin bir hüzün bırakarak aramızdan ayrıldı. Nur içinde yatsın...
***
Bu büyük insanın hayat defterini de oğlu Erol Frik'in, Nisan, Mayıs, Haziran 2007 Dirim dergisinde babası için yazdığı şu satırlarla kapatalım:
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ!
Her insanın hayatı bir masal gibidir. Bazılarının ki anlatmaya değer bir masaldır, babam Güner Frik'in hayatı gibi.
Ama her masalın, her ne kadar güzel olursa olsun, muhakkak bir sonu vardır. Babamın masalı da 16 Haziran 2007 günü, güzel bir yaz günü bitti. Güner Bey, en sevdiği arkadaşları içinde, en istediği ve hep arzu ettiği gibi, çekmeden ve çektirmeden, pırıl pırıl giyimli, güzel bir akşam yemeği sonrasında, babalar gününden bir gece evvel, kimseye haber vermeden, aniden bizi terk etti.
Şimdi bize düşen, onun rüyasını yaşatmaya devam etmek ve kendi masalımızı yazmak. Bir varmış, bir yokmuş...
KAYNAKÇA:
1-Türkspor Dergisi, 11 Ağustos 1947, sayı: 16, sayfa: 12-13.
2-Türkspor Dergisi, 1 Ağustos 1949, sayı: 118, sayfa: 16-18,
3-Türk atletizminde ilk ve tek adam: Ruhi Sarıalp, TMOK Yayınları, no: 11, Cem Atabeyoğlu, 2003 İstanbul, sayfa: 21-22-24.
4-Olimpiyatlar, Cüneyt Koryürek, Delta Ajans Yayınları, 2003 İstanbul.
5-TMOKnin 100 yılı,(1908-2008)Altuğ İstanbulluoğlu, TMOK Yayınları, Ekim 2008, İstanbul
6-Dirim Tıp Dergisi, Nisan, Mayıs, Haziran, yıl: 87, sayı: 2, 2007, Erol Frik, "Bir varmış, bir yokmuş" başlıklı yazısı.
7-Dirim Dergisi, yıl 87, sayı: 3 Temmuz, Ağustos, Eylül 2007, Güner Frik Özel sayısı,
8-Radikal gazetesi, 18.6.2007 tarihli gazete, Hakkı Devrim "Bir ölüm ilanının hatırlattığı", Köşe yazısı.