Yazın kavurucu sıcağı geçti. Sonbahar masamıza indi. Sanki hazan serin bir rüzgâr estirdi. Bursa’nın ciğerlerinde yazın kor alevi. O alev yakar yüreğimizi. Bursa’ya duyduğumuz sevgiyle sorarız: Bu şehre duyduğumuz aşk mı, sevgi mi? Cevabımız belli. Kulağımızda aşk ezgisi. Doğada ve benlikte sonbaharın izi. An’da yaşanan anı olur, sorgulatır kendimizi. Şehrimiz ile benliğimizin kaderi aynı; ikisi de yangın yeri.
Geçmişte yaşadığımız anlar, bugün birer anı. Anıyı konuşacağız; akıp giden zamanı. Avuçlarımızdan kum gibi süzülen, varlığı ve yokluğu bir arada hissettiren o kırılganlığı.
Zaman parçalar, an ise bir araya getirir bizi. Anılar yalnız biz insanlar için mi? Şehirler, milletler, toplumlar da anılar biriktirir mi?
Durkheim toplumu bir fert gibi tanımlar. Toplum, bireylerden doğar ama onlardan ayrı bir varlıkta yaşar. İnançlar, değerler, normlar… Toplamdan fazladır, bağımsız bir “kolektif bilinç” var.
Ve işte tam burada, şehirlerin ve doğanın belleği belirir: Her orman bir halka gibidir. Yüzyılları birbirine bağlayan yeşil bir zincir. Her dere bir damar gibidir. Geçmişten geleceğe akan bir deli nehir.
Şehirler anı biriktirir; belleğinde sırlar gizlidir. Ve doğa, o belleğin kalbidir. Bu kalbin sınanması bugünlerde alevlerde belirir. Mısralar bize geçmişin güzelliklerinden Ahmet Taner Tanpınar'la bir tutam su gönderir.
“Yüzlerce çeşmenin serinliğinden… Ovanın yeşili, göğün mavisi… Beyaz bahçesinde su seslerinin.” (Bursa’da Zaman)
Dizeler, geçmişin bir ânını belirtir. Bir tutam sudur, içimizi serinletir. Yeşil, mavi, beyaz bir şehir… Belleğimizde canlı bir an gibidir. Yangın ise bu hafızada bir silgidir. Bu bir elegya. Hem ağıt hem çağrı hem uyarı. Ve bu uyarının sonu, bizi bekler distopya.
Doğa, yalnız bir manzara değildir. Nefes alan bir dost, hakları olan bir ferttir.
İnsanlık bu hakikati unuttukça özünden kopar. Spinoza bu hakikati görürcesine doğayı kutsar. “Doğa, varlığın ta kendisidir.” der, her şeyi doğada arar. Doğaya verilecek zararı yaratana yapmış sayar. İnsanın doğaya verdiği zarar, aslında kendi benliğine zarar.
Zarar vermezdi doğaya kökenimiz; onunla bir olurdu. İlk insanlar mağarada yaşar, ritme ayak uydururdu. Az aslında çoktu. Yaşamın sadeliği, muhabbeti doğururdu. İşte denge buydu; insanın melodisi buydu.
Bugün hırs bu melodiyi susturdu. Tüketim makul bulundu. Doğanın sınırlı kaynakları unutuldu. Sandık ki cennet hepimizin yeri yurdu. Umursamadan kullandık havayı, suyu. Her birimiz özgürdük; önemli olan bizlerin anlık mutluluğu.
Peki özgürlük mü bu, kaynaklar sonsuz mu?
Kant özgürlük nedir? diye sorar; bizi bize sorgulatır. Gerçek özgürlük nedir, yine kendisi anlatır: Evrensel bir erekte var olmaktır; yalnızca kendin değil, herkes için yanıt olmaktır. Ödevin farkına varmaktır; hakikate yol almaktır. Bizim payımıza düşense farkındalıktır. Bir ağacı gelişigüzel kesmek, yalnız gövdeyi devirmek değil, bir canı susturmaktır. Bir nehri kirletmek, yalnız suyu değil, doğanın sesini kısmaktır. Etik, yalnız insanı değil; tüm varlığı kucaklamaktır.
Çünkü sorun yalnız orman yangınları değildir. Göç yolları silinmiş, kuşlar yersizdir. Denizler artıklarla dolmuş, mavilik sessizdir. Balinalar derinlerde çırpınır, nefessizdir. Toprağın bereketi tükenmiş, analığı gitmiştir. Unuttuğumuz doğa; kuraklıkla sel arasında, kriz içinde bizsizdir.
Ve an bizi yeniden hakikate çağırır. Bir yangında yok olan ormanlar varlığımızı sorgulatır. Mısralar tekrar sözü alır. Doğa; anda aşkın “ol”duğunu Ahmet Telli’nin sesiyle anlatır:
“Ve neşeli bir ıslık / Tutturmuş şimdi ova / Nice acıya karşılık / Aşkı savunmada doğa.” (Islık)
Ve belki de bizim çığlığımız da bu ıslığa karışır; insan ve doğa aynı gökyüzünde, aynı nefeste yankılanır. Çığlık, ıslığa dönüşür; ıslık, hayata; hayat aşka… Belki de bütün bu metin, doğa ve insan için yazılmış bir elegya. Bir yası, bir uyarıyı, bir çağrıyı anlatmakta… Ve hatırlatır bize: İnsanlık, kendi yangınında, kendi küllerinde kaybolmakta... Peki, yeniden doğabileceğini mi sanmakta? Hangi semada, hangi doğada, hangi anda?
Anda “ol”duğumuz an;
doğa ile bir “ol”duğumuz an;
an işte o an; anla, doğa aşk ile yanmakta…