Gecenin bir vakti…
Bir yudum çayla gece dem bulur.
Mekân insanlardan arınmıştır;
doğa kendi diliyle konuşmaya başlar.
Yaprakların hışırtısı, rüzgârın nefesi,
bir kedinin usulca yürüyen ayak sesleri…
Tam o sırada uzaktan bir motor sesi yükselir.
Yaklaştıkça o ses, tanıdık bir melodiye dönüşür.
Nâmeler karanlığa karışırken çaydan bir yudum daha alınır.
Her şey yerli yerinde olsa da yine de ters giden bir şeylerin fısıltısı vardır.
Kasım sonunda balkonda çay içerek yazı yazmak gibi…
Gecenin geç saatlerinde müzikle karışan bir motor sesinin uykuyu bozması gibi…
Bazen kaosun ortasında bir güzellik belirir;
kalbe dokunur ve o güzellik ince bir hüzne dönüşür.
Olmak ile olmamak arasındaki o sessizlikte,
görmek ile duymak arasındaki o ince eşikte
Camus’nün “anlamsızlık” dediği o boşluk yani absürd belirir.
Çünkü hakikat, çoğu zaman duyulduğu anda görünür hâle gelir.
Bursa’da doğa sıkça görülür; fakat çok az duyulur.
Uludağ’ın patikalarında yürürken her adım şaşkınlığı tazeler;
renkler coşkun bir ressamın fırçası gibi vadileri boyar.
Gözler memnun, ruh dingindir.
Fakat bütün bu güzelliğin ardında doğa, daha derin bir sır fısıldar.
Bu sesi yalnız hakikate kulak verenler duyar.
Bursa, bulutlarını seyreder; yağmuru bekler,
suyunda kendi tadını; kendi Bursa’sını arar.
Görmek dışa aittir; duymak içseldir.
Ses kulağımızdan kalbimize akar ve orada yankıya dönüşür.
Bu yüzden hakikat çoğu zaman seste belirir.
Görmek sınır koyar; duymak sınırı kaldırır.
Görmek tanımlar; duymak teslim eder.
Ses, varlığa açılan bir kapıdır:
Levinas’ta ötekinin yüzündeki çağrıdır; görmenin ötesine geçer ve duymayı zorunlu kılar.
Buber’de ilişki Ben–O’dan Sen’e yükselir; uzak olan O, yakınlaşan Sen olur; insan Ben’e duyarak varır.
Heidegger’de Dasein, hakikati duyarak varlığı kavrar; insan sonluluğunu duyarak hakikate yaklaşır.
Ve bu ses bizi Bursa’dan alır, tarihin en büyük duyuşuna götürür:
Hz. İbrahim’in imtihanına.
Hz. İbrahim ve eşi yaşlanmışlardı; çocukları yoktu.
Rabbine şöyle yalvardı:
“Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir erkek çocuk bağışla.” (Sâffât, 100)
Ve cevap bir ses olarak indi:
“Biz de ona yumuşak huylu, aklı başında bir oğul müjdeledik.” (Sâffât, 101)
Bu, bir isteğin değil; hakikatin sesine açılmış bir kalbin duasıydı.
Karşılığı da yine bir ses gibi indi: Müjde.
Sonra Hz. İbrahim rüyasında buyruk aldı ve oğluna şöyle dedi:
“Yavrucuğum! Rüyamda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?”
O da:
“Babacığım! Sana emredileni yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Sâffât, 102)
Baba ve oğul buyruğa teslim oldular.
Allah bir koç gönderdi. Ses verdi: “Kesme.”
Melek inerken ses verdi: “Kesme.”
Koç çalılara takıldığında yine ses verdi: “Kesme.”
Ama Hz. İbrahim duymadı.
Fizikçiler evrenin en küçük yapılarını “sicim” diye tarif eder.
Her titreşim bir nota gibidir.
Kâinatın dokusuna işlenen bu büyük senfoni, o anda tek bir cümle söylüyordu:
“Kesme.”
Fakat Hz. İbrahim, kalbine inen buyruğun yankısından başka hiçbir sesi işitmedi.
Kâinat çığlık çığlığa haykırıyordu;
o ise yalnızca hakikatin sesini duyuyordu.
Belki de hakikat burada gizlidir:
Görülmez, ama duyulur.
Kâinat titreşimle duyar; insan kalbiyle.
Ve Hz. İbrahim’in duyduğu yalnızca buyruğun sesiydi.
Kâinatın çığlığı, sağır edecek kadar sessizdi.
Bu kuşkusuz bir imtihandı.
Hz. İbrahim’in en büyük sınavı, dışarıdaki putları kırdıktan sonra
kendi içindeki putu kırma imtihanıydı.
Çünkü insanın içindeki putla yüzleşmesi, en ağır sınavdır.
Belki de bu putlar, insanın en büyük korkularıdır…
Kaygı, hiçlikten nesneye savrulurken içimizde derin bir boşluk açar.
Kaybetme korkusu bu karanlıkta büyür; kişi kendi gölgesinin esiri olur.
Kaygı korku ile eşdeğer olur. İnsanı görünmez zincirlerle kendine bağlayan adın kendisi olur.
İnsan çoğu zaman farkında olmadan içindekine tapmaya başlar.
Bazılarımız için bu put, gelecek kaygısıdır;
kimimiz için eşe duyulan aşkın sevgidir;
kimimizde çocuklara duyulan ölçüsüz bağımlılıktır; kimi zaman da sadece alışkanlıklarımız, konforumuz ya da zaaflarımızdır.
Ne olursa olsun o put insanı kendine hapseder;
kararlarını belirler, yönünü çizer;
ve en önemlisi,
hakikati insandan gizleyen de odur.
Hz. İbrahim’i özgür kılan,
en kıymetlisiyle imtihanıdır.
En değerli bildiğini bırakabilmek…
Kendi içindeki putu kırabilmek…
İşte hakikatin duyulurluğunu var eden tam da budur.
Nietzsche’nin “özgür insan”ını meydana getiren yol da budur:
Kendine rağmen yürümek…
Putlarını kırmak…
İnsanı tutsak eden bağları çözmek…
Zor olan budur.
Ama daha zoru şudur:
Kırılan putların yerine yenilerinin dikilmesine engel olmak.
İnsan çoğu zaman fark etmeden, kırdığı putun yerine yenisini diker.
Asaf Halet Çelebi’nin sezdiği o yalınlıkla:
“İbrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim”
Bir şeyden vazgeçer, başka bir şeyi vazgeçilmez yaparız.
Asıl soru şudur:
İçimizdeki putlar yıkıldığında, yerlerine yenilerini diken el
bizim hangi “ben”imizdir?
Hakikat, o el değiştiğinde belirir.
Hakikate ermek, hem Hz. İsmail’i hem Hz. İshak’ı kurban ettirir.
Halil böyle olunur.
Halil, dost olandır; en kıymetli bildiğini hak uğruna teslim edendir.
İnsan “benim” dediğini teslim etmedikçe hakikate varamaz.
Bu yüzden İbrahim’e Halilullah; Allah’ın Dostu denmiştir.
Nietzsche, Zerdüşt’ün dağa çıkışını anlatırken şöyle der:
Sürüden kopmak; özgürlüğün ağırlığını taşımak,
korkuyu silkip hakikate yürümek…
Tasavvufta bunun adı seyr-i sülûktur:
Terk-i dünya, terk-i nefis, terk-i benlik…
İnsan korkularından arındıkça hakikat ona açılır;
o kapıdan geçen insan İnsan-ı Kâmil olur.
Uludağ’dan Tur Dağı’na, oradan Arafat’a
ve adı konmamış başka zirvelere kadar…
Artık Evet–Hayır patikasının ötesindeyiz.
Ve işte tam burada,
ahlakın bittiği yer başlar.
Kierkegaard’ın absürdü, Camus’nün anlamsızlığından farklıdır; anlamsızlığı değil, ilahî anlamı işaret eder. Ahlakı aşan bir çağrının eşiğidir. Camus’de absürd, insanın evrenle uyumsuzluğundan doğarken; Kierkegaard’da absürd, aklın sustuğu yerde açılan hakikat kapısıdır.
Kierkegaard’ın “absürd” dediği o eşikte
bütün etik kaideler susar;
akıl geri çekilir, mantık çöker.
Burada anlamsızlık yoktur;
anlamın kendisi vardır.
Çünkü Hz.İbrahim’in imtihanı bir ahlak meselesi değil,
ahlakı aşan bir hakikat çağrısıdır.
Ahlakın sınırını aşan insan,
iyinin ve kötünün hesabını yapamaz artık.
Orada yalnızca absürdün sessizliği vardır;
aklın “imkânsız” dediğine imanın
“yine de olur” deyişi…
Burada kelimeler susar; hakikat konuşur.
Dağlar insanı içe çağırır;
kalbin sesini çözmeye zorlar.
Kimimiz için bu yol Moriya’dır,
kimimiz için Arafat,
kimimiz için adı bilinmeyen bir zirve…
Ama hakikat hep aynı yerdedir:
Dağ, insanı kendine döndürür.
Peygamberleri yalnızlığa çağıran dağlar,
hakikatin kapısını son kez Hira’da aralar.
Ve biz şimdi o kapıya yürüyoruz:
Hakikatin eşiğine.
Bir sonraki yazıda o kapıyı aralamaya başlayacağız:
Hz. Muhammed.