— Cehalet Kader Değildir —
Oku diye başlar oysa her şey. Oku…
Okumak, insanın kendine açtığı ilk kapıdır; bilmenin eşiği, merakın kıvılcımı, hakikate yürüyüşün ilk adımı. Peki biz gerçekten okuyor muyuz? Okuduklarımızı hayatımıza, davranışa dönüştürebiliyor muyuz? Bilmek, insana ağır bir sorumluluk yükler: kendi nefsinin, kaderinin ve varlığının sorumluluğunu. Bu sorumluluğu fark ettiğimiz anda insanın kendine yönelişi başlar. Konuşmalarımızın en retorik kısmıdır suçlu arayışı. Sorumluluktan en kolay bu şekilde kurtulduğumuzu zannederiz. İnsan çoğu zaman yükünden kaçmak ister; suçu dışa atmak kolayımıza gelir.
Fakat durup kendimize şu zor soruları yöneltmek zorunda kalırız: “İnançlarımızın ne anlama geldiğini gerçekten biliyor muyuz?” “Oku” diye başlayan emri, dile dolanan kuru bir rutine indirgemiş olabilir miyiz? Bir zamanlar düşüncede, bilimde, sanatta en öndeyken şimdi neden geride kaldık? Batı, İslam’ın asırlardır biriktirdiği bilgiyi çevirerek yükselirken; İslam dünyası “Oku” emrinin gerektirdiği zihniyeti ne zaman kaybetti?
Bu aynaya baktığımızda karşımıza çıkan hakikat açıktır: gerçek dönüşümün önündeki en büyük engel cehalettir. Cehaletin iki yüzü vardır: hiç bilmeyenin karanlığı ve bilip de yaşamayanın körlüğü. Hakikat, bilginin yaşama değdiği anda kapısını açar. Yaşayışa karışmayan bilgi kaçınılmaz olarak körleşmeye dönüşür.
Bu noktada bir an durup nefes almak gerekir; çünkü cehalet sandığımızdan daha ince, daha görünmez bir ağ örer. Cehalet yalnız bireyin değil, toplumların kaderini belirleyen en sinsi gölgelerden biridir. Ve bu gölge bireyden topluma sıçradığında toplumun kader çizgisi kırılmaya başlar.
Goethe bu durumu şöyle tarif eder: insanların cehaletin kalın perdesi arkasından gerçeği göremedikleri, hatta katillerine kucak açtıkları ve onları alkışladıkları… Bu yalnızca bir alıntı değildir; toplumların tarih boyunca tekrar eden trajedisidir. Kendi celladını kutsayan toplumların en büyük zaafı, cehaleti kader sanmalarıdır. Bugün İslam coğrafyası da benzer bir çıkmazın içinde kıvranmaktadır; adeta katiline âşık olmuş gibidir. Çünkü aşk bazen körlüğün en koyu biçimidir.
Bu durum tam anlamıyla bir Stockholm sendromudur. Bir toplum, kendisini gerileten, körelten, özgürlüğünden eden unsura yani cehalete bağlanır, onu savunur, hatta ona minnet duyar. Cehaletin en tehlikeli hâli, insanın kendisini körelten şeyi bir güvenlik alanı sanmasıdır; tıpkı esirin zincirine sığınması gibi. Bu, “Oku” emrinden uzaklaşmanın doğal sonucudur.
Cehalet önce bireye düşer. İnsan kendini kaybeder; vicdanını, duygularını, yönünü, adalet duygusunu siler. Sonra topluma iner. Sorgulamanın yerini slogan, düşüncenin yerini ezber, ilmin yerini hurafe, iradenin yerini kadercilik alır. Böylece insan düşünmeyi bırakır; toplum da yavaşça ışığını kaybetmeye başlar.
Ardından kurumlara siner. Felsefe gereksiz, sanat lüks görülür. Bilim zayıflar, düşünce körelir. Bir toplum aklın ışığını kaybettiğinde merhamet, adalet üretme gücü ve en önemlisi ise hakikat kaybeder. İnsan fark eder ki hakikate kör olduğumuz an, en çok kendimize kapandığımız andır. Bu nedenle yeniden görmek isteriz.
Kader diye bellediğimiz zincirlerin kaderimiz olmadığını fark ederiz. Cehaletin kader olmadığını idrak isteriz. İşte bu yüzden Hz. Muhammed ile hakikatin kapısına tekrar temas etmek isteriz.
Vahiy, dağın karanlığını yırttığı gibi insanın iç karanlığını da yırtar. “Oku” diye yankılanan ses, karanlıktaki insana yön çizer, anlam kazandırır.
Dağın yalnızlığında duyulan bu çağrı, şehrin kalabalığında bile insanın içine doğru yeni bir yol açar. Dağdaki ses, şehrin kalabalığında bile yankısını kaybetmez; çünkü hakikat yalnız dağların sessizliğinde değil, hayatın en sıradan anlarında bile görünür hâle gelir.
Hira’da başlayan bu çağrı, hayatın en sade anlarına sızar: komşuyla edilen sıcak bir selamda, yetim bir çocuğun başını şefkatle okşayışta, bir sokak hayvanına uzatılan bir yudum suda, bir haksızlığın karşısındaki cesur duruşta.
İnsan artık aynı insan değildir; davranışlarının içinde görünmez bir bilgelik belirir. “Oku” emri yalnızca metni değil, hayatı okumayı öğretir. Bugün Müslüman toplumların temel sorusu belki de şudur:
Vahiy dağdan şehre inerken “Oku” emri kayboldu mu?
Vahiy gönülde bir ışığa dönüşmeden, dilde bir slogana mı dönüştü?
Bu soruların eşiğinde, aralık ayının muhasebesi yağmur taneleri gibi rahmet rahmet üzerimize iner. Hakikat sessizce çağırır bizi. İnsanın iç muhasebesi bazen bir ayın sessizliğinde, bazen bir kelimenin ağırlığında belirir. Cehaletin kararttığı bu aynaya bakınca insan, yılın en sessiz eşiğinde kendiyle yüzleşmekten başka çare olmadığını fark eder.
Belki de bu muhasebe, bu rahmet, hakikatin en duru hâlidir.
Kimi zaman bir sözde belirir hakikat; kimi zaman âlemlere rahmet olan bir isimde. Hz. Muhammed. Bu yüzden rahmeti konuşmadan hakikati konuşmuş sayılmayacağız; bir dahaki yazıda rahmet ile hakikatin kapısını daha da aralayacağız.
Ve bazen hakikatimiz sözle değil, şiirde kendini gösterir.
ARALIK KADAR YABANCIYDI
Aralık kadar yabancıydı;
en tanıdık yabancımdı.
Oysa en iyi tanıdığımdı.
Soğuk bir mevsim,
ağır ve sessiz içimde;
hem tanıdığım,
hem tanımadığım.
Hangi yanımda saklanmıştı gece?
Hangi aynada kırıktı suretim?
Aradım içimi,
bende saklı beni.
Bir çocuk kadar ürkek,
bir anı kadar sessizdi.
Ben ile ben arasında biri;
aynı masada iki yabancıydık;
kendimizi
bir olan adımızda ara-dık.
Mevsim Aralık —
aramızda derin bir ara-lık.
Kalkıp gitti
benlerden biri.
“Bir ara ara-rım,” dedi;
sesi, ara-lıkta bir umut gibi
yavaşça sürdü içimi.