Bir sabah uyanırsın; dünya aynı gibidir, aynadaki yüzünde rüyanın buğusu vardır. Gözlerin hâlâ uykunun karanlığını taşır; zaman puslu bir nehir gibi ağır ağır akar. Randevun vardır; saate bakar, vakit var sanırsın. Sonra telefonuna düşen mesaj perdeyi yırtar: Geç kalmışsındır. Ne yaparsan yap, randevu geridedir. Zaman kapanır, an açılır.
O ân, takvimden ve saatten sıyrılır, belleğe kazınır; bazı anlar saate değil, yaşanmışlığa sarılır.
Zaman tutulamaz; kaçar, kovalanır, yitirilir. Ve her kayıp şu soru ile gelir: zaman dışımızda mı işler, yoksa içimizde mi yankılanır?
Kimliğimiz, tarihin dokusunda belirir. Unutmak, geçmişi değil kendini de silmektir. Unutulan bir randevu, varlığın silikleşmesidir. Bu, bir kelime yanlışıyla hafızadan düşmek gibidir.
Geçen haftaki “An’da Yanmak” yazımda Ahmet Hamdi Tanpınar yerine Ahmet Taner Tanpınar yazmışım. Küçük bir kelimenin büyük bir çağ kaymasına yol açtığı bellidir. Çünkü isim bir zaman kapsülü gibidir; unutulunca zamanı silinir. Bu da belleğin kodlarını sessizce değiştirir; tıpkı bir harf yanlışının yeni bir kapı açması gibi.
Ahmet Hamdi’den Ahmet Taner’e, oradan Ahmet Taner Kışlalı’ya uzanırsın. Zihnin izinde, bir isimden diğerine atlamak bazen farkında olmadan yeni çağrışımların kapısını aralar. Doğduğu ay temmuzdur; aklına “Temmuz’un Tammuzluğu İyi’nin Soyluluğu” yazın gelir. Zincir seni Tammuz’a taşır. Burada da benzer bir yanlışın izini görürsün: Yazının başına “Tammuz” yazarak giriş yapacağına, “Temmuz” diye başlamışsındır. Bu küçük kayma belleğin şifresini değiştirir; anlam ve zaman yer değiştirir.
Bazen bir tarihi unutmak ya da bir kelimeyi yanlış yazmak, farkına varmadan zamanın belleğinden düşmemize yol açar. O anda değil, ânın dışında kalırız. Şiire sığınırız. Dil kayar, hafıza solar; tek bir dize bile zamanı geri çağırabilir.
Ve saygıyla anmamız gereken bir isim belirir: Ahmet Hamdi Tanpınar.
“Bursa’da Zaman” bugün dağılmış olabilir. Ama hâlâ Bursa’nın taşlarında, yokuşlarında onun sesi dolaşır. Ve işte tam da bu yüzden, zamanın kırığı Bursa’da kapanır. Hafızada kırılmış bir zamanı onarmanın yolu, onun sokaklarında bir şiir ile yürümektir.
BURSA’NIN GÖĞÜNDE YÜRÜR GİBİ
Sokaklarına dolaşasım var.
Geçmişten gelen sesi duyasım var.
Taş kaldırımlar, eski konaklar, surlar…
Bağrında yüzlerce yıllık kızıklar.
Yokuşları vardır bu şehrin;
hızla çıkılmaz.
Yavaş yavaş, susa susa, kana kana,
çıka çıka varırsın doruklarına.
Zaman durur her adımda.
Çıkarken aşkı taşlardan dinlersin;
evliyalara, erenlere selamlar söylersin.
Ulu, yeşil camilerin gölgesinde
serin bir rüzgâr eser geçmişin sesiyle.
Yakarış dolu bir dua,
Bursa’nın ruhunu ekler senin ruhuna.
Bursa’nın göğünde yürür gibi,
bir tılsımla usulca yükselirsin semaya…
Ulu bir dağ, yeşilin bin bir tonuyla karşılar seni;
bir sevgiliyi kucaklarcasına,
bir nehir olur süzülürsün ovaya.
Selam verirsin: zeytinin yeşil tonuna,
şeftalinin kadifemsi yanına,
incirin karasına,
kestanenin kızıl canına.
Sonra serin maviliklere varırsın:
Gemlik, Trilye, Mudanya…
Kıyılar dalgalarla mırıldanır,
Bursa’nın sudan ibaret olduğunu hatırlatırcasına.
Bulut olursun; özlersin,
yağmur olursun; gürler inersin.
Bursa’nın göğünde yürür gibi,
sevgiliye kavuşur gibi.
Gönlün düğümlenir; sevdan derinleşir.
Ruhun sevinir; kalbin bilir.
Alır seni koynuna;
sarar, susar, basar bağrına,
cennetteki günleri unuttururcasına…
Ruhun bedene iner, hatırlatır sana:
Burası cennet değil, burası Bursa.
Bilirsin: Bursa’nın göğünde yürür gibi geçtiğin her ânda, biraz daha sen oldun…
Biraz daha Bursa.