Baharın son demleri; haziran… Mutluluğu bayrama kattı, kendisi bayram oldu, vuslatı yaşattı. Haziran, bazılarımız için iki bayram birden yaşattı. Bazılarımız içinse çok daha fazlasını... İçimizde gizli, adı konmamış özlemleri hatırlattı.
Çünkü bayram, hasretin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Göğün mavisinin denize sunulması, martı seslerinin dalga seslerinde yankılanmasıdır. Kumsalda usulca serpilen bir sessizlik, zamanın dışına taşan bir dinginliktir. Toprakla, ağaçla, rüzgârla bir olup içimizdeki yaraları sarmasıdır.
Haziran’ın sıcaklığı içimize aktı. İçimizde belki önceden bir kıvılcım vardı. Şimdi ise sönmek bilmeyen bir ateş halini aldı. Ne tam sustu, ne de tam anlatıldı. Mutluluk, bizi bizden aldı. Ayaklarımız baş aşağıyken göğe bastı. Yerçekimi kanımızı çekiştirirken, kalbimizin sesi beynimizin çığlığını bastırdı.
Anlatmaya kalksak eksik kalırdı. Fazla söylesek anlamı azalırdı. İşte belki de tam bu yüzden yazarız. İçimizi dökmek, paylaşmak isteriz. Ama yazdıklarımız ne tam olarak biz olur ne de okuyan kişi olur bizde yankılanan. Kelimeler araftadır: bir anlamın doğmamış, ölmemiş, askıda kalmış hâli.
Ve bazen, anlatmak istediğimizin tam tersi anlaşılır. Yanlış anlaşılırız. Yarım kalırız. Kendi cümlelerimizde bile kendimizi ararız. Kalem, bazen bize ait olmayan bir el gibi gelir. Çünkü yazılan, o an yaşanandır. Zaman, mekân, his… Hepsi tam da oradadır. Mekân değişirse eksilir. Zaman kayarsa, anlam savrulur.
Oruç Aruoba şöyle der: “Her şeyi yazarım da zamanı yazamam o yazar çünkü beni.” Zaman; başka bir anda, başka bir mekânda metni yeniden mi yazar? Kendi gerçekliği içinde hakikati yeniden mi kurar?
Düşünce, bu anları durdurmak, zamana sabitlemek ister. Ama onu yazıya döktüğümüzde şu soruyla baş başa kalırız: Bu düşünce hâlâ canlı mı? Yoksa sadece hatırlanan bir gölge mi artık? Çünkü yazı çoğu zaman bir söz değildir. Bir ses de değildir. Hissetmeyi bilmeyen bir düşüncenin donmuş hâlidir yalnızca.
Platon’un sesi burada yankılanır: “Yazı kendini savunamaz,” der. “Yazarına danışmadan konuşur; yargılanır ama yanıt veremez.” Antik Mısır’a kadar uzanır bu tartışma. Theuth, yazıyı bir erdem olarak sunar: “Hafızayı güçlendirir,” der. Ama Kral Thamus karşı çıkar: “Yazı, hafızayı zayıflatır. İnsan artık ezberlemez; unutur. Bilge olmaz; sadece bilgi taşıyıcısı olur.” Yazının hafıza ile ilişkisi üzerine bu kadim tartışma, çağlar boyunca farklı biçimlerde devam etmiştir. Theuth’un yazıya biçtiği umut ile Thamus’un kuşkusu arasında kalan insanlık, bugün de yazının anlamla olan ilişkisini sorgulamaya devam ediyor. Çünkü mesele artık yalnızca hatırlamak değil; anlamak, hissetmek ve var olmaktır.
İşte tam burada, modern düşüncenin sesleri duyulur:
Derrida’ya göre: “Anlam hep ertelenir. Bulunduğunda yeniden inşa edilir.” Wittgenstein şöyle der: “Bir kelimenin anlamı, onun nasıl kullanıldığına bağlıdır.” Heidegger ise: “Dil, varlığın evidir. Dilimiz kadar kavrarız.” Demek ki her yazı, bir oyun alanıdır. Oyun değiştikçe, oyuncular da değişir. Kurallar değişir. Ve anlam, her seferinde yeniden belirir.
Bu yüzden çok sorarım kendime: Eğer yazdıklarım bana aitse, neden herkes başka bir şey anlar kendince? Yazı neden bazen beni değil, benden başka herkesi anlatır? Belki de yazı, hem anlamı hem beni çoğaltan bir yankıdır. Peki, kaderimiz bir yaz(g)ı değil mi? Bu belirsizlik, kaderimize de mi yansıyor? Belki de yazı, bizi bizden uzaklaştıran bir yankı değil; aksine, andaki “ben”i görünür kılan bir sessizliktir. Ve yazarken, yaz(g)ımız da yazılıyordur. Çünkü her cümle, belki de bir kaderin kendine harf arayışıdır.
Tıpkı tüm seslerin belirsizliğinde bir çocuk sesinin duyulur hâle gelmesi gibi. Tıpkı bir kuşun, “duyulmaz” denen sesiyle rüzgârın ninnisine karışması gibi... Aşikâr oluruz. An’ı sunarız. Bir Haziran hikâyesi gibi — mavi, deniz ve gökyüzü gibi.