ABD, 20. yüzyıldan itibaren yalnızca bir devlet değil; aynı zamanda küresel bir fikir, bir sistem ve bir “hakimiyet düzeni” olarak dünya sahnesinde yer aldı. Bu düzenin merkezinde sıklıkla bir kavram yer aldı: Barış. Ancak bu barış, ne zaman ve nasıl geldi? Herkes için mi geldi, yoksa seçilmiş coğrafyaların kapısını mı çaldı?
Washington yönetimi, Soğuk Savaş sonrası dönemde özellikle şu mesajı sıklıkla dile getirdi:
“ABD, dünyaya barış ve demokrasi getiren lider ülkedir.”
Bu söylem, insani duygularla örtüşen yüce bir ideal gibi görünse de sahadaki gerçeklik çoğu zaman çelişkilerle doludur. Zira ABD’nin barış adına yaptığı müdahalelerin bir kısmı, geride istikrar değil kaos, demokrasi değil iç savaş, özgürlük değil göç dalgaları bırakmıştır.
IRAK’TAN AFGANİSTAN’A: BARIŞIN BEDELİ
2003 yılında “kitle imha silahları” gerekçesiyle Irak’a girildi. Ancak bu silahların hiçbir zaman var olmadığı ortaya çıktı. Saddam devrildi, ancak Irak halkı için barış hâlâ bir gelecek zaman fiilidir. Mezhep savaşları, terör örgütlerinin yükselişi ve toplumsal parçalanma, bu müdahalenin görünmeyen faturasıdır.
2001’de Afganistan’a yönelik operasyon, El Kaide’ye karşı yürütülen meşru bir mücadele gibi başladı. Fakat 20 yıl sonra ABD’nin çekilmesiyle birlikte Taliban yeniden iktidara geldi. Demokrasi götürmek amacıyla girilen topraklarda, en temel hakların dahi tartışmalı hâle geldiği bir düzen yeniden kuruldu.
STRATEJİK BARIŞ MI, SEÇİCİ MÜDAHALE Mİ?
ABD’nin barışı servis ettiği yerler ile sessiz kaldığı alanlar arasında dikkat çekici bir asimetri var. Suudi Arabistan’ın Yemen’deki operasyonları karşısında ses çıkmazken, Latin Amerika’da halkın seçtiği bazı hükümetler “rejim değişikliği” projelerine kurban gitti. İsrail-Filistin meselesinde ise “barış arabuluculuğu”, çoğu zaman tarafsızlıktan uzak bir pozisyon aldı.
Bu noktada şu soru kaçınılmaz hâle geliyor:
ABD barış mı arıyor, yoksa kendi düzenini mi kuruyor?
YUMUŞAK GÜÇLE GELEN SESSİZ ETKİLER
Eleştirilerin yanında, ABD’nin dünyaya olumlu katkılar sunduğu alanlar da yok değildir.
Marshall Planı, Avrupa’nın savaş sonrası yeniden ayağa kalkmasında önemli rol oynadı.
ABD menşeili burslar, üniversiteler, kültür ürünleri ve dijital girişimler, milyonlarca gence ilham verdi.
Dünya Sağlık Örgütü, BM, NATO gibi kurumlar içinde yer alarak küresel iş birliklerinde etkili oldu.
Ancak bu yumuşak gücün dahi zaman zaman bir hegemonya aracına dönüşmesi, yerel halklar arasında tepkiyle karşılanıyor. Özgürlük vaadiyle başlayan kültürel etkileşim, kimi toplumlar için kimlik kaybı korkusunu da beraberinde getirdi.
GERÇEK BARIŞIN ADI NE OLMALI?
Barış, yalnızca savaşsızlık değildir. Barış, aynı zamanda adalet, katılımcılık, yerel iradeye saygı ve onurlu yaşam koşulları anlamına gelir.
Eğer barış; askerî üslerle, petrol hatlarıyla ve şirketlerin çıkarlarıyla birlikte geliyorsa, bunun adı artık barış değil; stratejik yeniden yapılandırmadır.
Gerçek barış, tankla değil; diplomasiyle, eşitlikçi ilişkilerle ve insani ortaklıkla kurulur. Ve bu barışı sadece bir ülke değil, birbirini anlayan halklar, kendi kaderini belirleyebilen toplumlar kurabilir.
ABD’nin barış misyonu, kuşkusuz dünyaya örnek olabilecek yönler taşır: İnsani yardım operasyonları, akademik burs programları, uluslararası kurumlara sağlanan kaynak destekleri ve zaman zaman oynadığı arabulucu roller bu listeye dâhildir. Ancak bu örnekler, aynı anda daha büyük ve daha derin bir çelişkinin gölgesinde kalmaktadır. Çünkü bu barış misyonu, sıklıkla ekonomik çıkarlarla, askerî güç gösterileriyle, jeopolitik hesaplarla iç içe geçmiştir.
Ortaya çıkan tablo şudur:
Barış, evrensel bir ilke olmaktan çok, kimilerinin ulaşabildiği bir ayrıcalık, kimilerininse uğruna bedel ödediği bir vaat hâline gelmiştir.
Bu nedenle artık dünyaya şu temel soruyu sorma zamanı çoktan gelmiştir:
Barış gerçekten evrensel bir hak olarak mı sunuluyor, yoksa yalnızca belirli çıkarların hizasına gelen coğrafyalara mı götürülüyor?
Barış, barışın kendisi için mi yapılıyor, yoksa onun adıyla başka hesapların üzeri mi örtülüyor?
Barışın taşıyıcısı olduğunu iddia eden her aktör, önce şu soruya cesaretle cevap vermelidir:
“Barış kimin için geliyor? Ve bu barışın bedelini kim ödüyor?”