Bazı ışıklar vardır ki, sönse bile ruhumuzda yanmaya devam eder. Görmesek de oradadırlar. Belki bir yaz akşamının serinliğinde, belki aniden burnumuza çarpan tuzlu bir rüzgârda ya da bir nane şekeriyle can bulan çocukluk hatırasında… Benim içimde yanan o ışıklar, 1970’li yılların Samatyası’nda ilk defa parladı. Ne zaman gözlerimi kapasam, o ışıkların sıcaklığıyla içim titrer. Sanki hâlâ oradayım. Sanki sokak aralarında yankılanan çocuk seslerinin arasında hâlâ kendi gülüşüm var. Ve o ışıklar, kalbimin en derin yerinde hiç sönmeden yanıyor.
O yıllarda çocuk olmak, bugünkü anlamıyla sadece küçük yaşta biri olmak değildi. Zamanla yarışmak değil, zamanla dost olmaktı. Hayatın ritmi yavaştı ama doluydu; her sokakta, her avluda bir hikâye, bir oyun, bir kahkaha saklıydı. Kocamustafapaşa’dan Çapa’ya, Şehremini’nden Samatya sahiline kadar uzanan mahalleler bizim için sadece adres değil; çocukluğumuzun sahnesiydi. O daracık sokaklar, şimdinin dev parklarından daha büyük dünyalara açılırdı gözümüzde.
Samatya sahilinde, balıkçıların yan yana dizildiği o eski çay bahçelerinde otururduk. Denize karşı kurulmuş tahta masalarda, hasır taburelere yayılırdık. Tepemizde renk renk boyanmış ampuller, rüzgârda hafifçe sallanır, sanki gökyüzüyle fısıldaşırdı. Gecenin o tatlı sessizliğini kıran tek şey dalgaların huzurlu sesi ve uzaklardan gelen ince bir şarkı olurdu. Bazen bir taş atar gibi sessizliğe hayal atardık, “büyüyünce ne olacağız” sorusunu yanıtlamaya çalışırdık çocuk aklıyla.
Açık hava sinemaları, sadece bir eğlence değil, birer törendi. Sandalyeler gıcırdar, mısır kokusu etrafa yayılır, beyaz perdeye yansıyan siyah beyaz hayatlar gözlerimizde renklenirdi. O filmlerle büyüdük biz. Hem hayal kurmayı hem anlamayı orada öğrendik.
Sokaklarda hayat başka türlü akardı. Ayı oynatan adam geldiğinde sevinçle koşardık peşinden. Elinde naneli şeker satan yaşlı amcayı görünce ceplerimizi karıştırır, bir kuruş bile bulsak dünyalar bizim olurdu. Çokomel bir çikolata değil, yaşamın sunduğu en beklenmedik armağandı. Gazoz ise bir içecekten çok daha fazlasıydı; birlikte yudumlanan bir arkadaşlıktı, şişe kapağında yazan ufak mutluluklardı.
Evlerde siyah beyaz televizyon yeni yeni hayatımıza giriyordu ama esas ekranımız sokaktı. Akşam olunca komşular iskemlelerini kapının önüne çıkarır, çaylar demlenir, muhabbetler başlardı. Herkes herkesin ailesiydi. Bir çocuk düşüp dizini yaraladığında sadece annesi değil, bütün mahalle kalkardı ayağa. Sevinçler birlikte çoğalır, acılar omuz omuza hafifletilirdi. Dayanışma denen şey kitabi değil, gündelik bir gerçeklikti.
Oyuncaklarımız bugünün pahalı ürünleri gibi değildi ama biz onlara ruh verirdik. Tenekeden arabalarla dünya turuna çıkardık hayalimizde. Mantar tabancalarının sesiyle oyunlarımıza heyecan katardık. Hayalimizdeki atlarımızla, sokağın köşesinden dönünce gerçek bir atlı kovboy gibi hissederdik kendimizi. O küçücük oyuncaklar, içimizdeki sonsuz evrenin kapılarını açardı.
Hamamlar vardı bir de... Buharı dışarı taşan, taş duvarlarında zamana tanıklık eden eski hamamlar... Yalnızca temizlik değil, bir arınma, bir buluşma yeriydi. Taşlara uzandığımızda sadece bedenimiz değil, çocuk kalbimiz de hafiflerdi.
Bugün birçok kişi, "Geçmişe takılma, nostaljiyle yaşanmaz" diyebilir. Ama ben başka türlü düşünüyorum. O anılar hâlâ içimde taptaze duruyor. Belki o sokaklar yıkıldı, o kahkahalar başka zamanlara karıştı. Ama hafızamda, kalbimde, kelimelerimde o günler hâlâ capcanlı. Ben bir anlatıcı olarak, o ışıkları söndürmeden taşımak istiyorum. Çünkü bu sadece benim hikâyem değil; bizlerin, mahalle kültürünün, paylaşılan bir yaşamın ortak mirası.
Geçmiş sadece geçmişte kalmaz; bazen bir çocuğun yarınını aydınlatır. Bu yüzden anlatmak şart. Çünkü anlatmadığımız şey, kaybolur. Paylaşmadığımız şey, unutulur. Ve ben biliyorum ki, içimde yanan o çocukluk ışıkları bir gün başka birinin yolunu aydınlatacak.
Belki bir gün bir çocuk bu satırları okur da, kendi Samatya’sını düşlemeye başlar. Kendi sokaklarını, kendi arkadaşlıklarını, kendi renkli ampullerini yaratır. İşte o zaman, bu yazının kalbindeki umut gerçek olur.
Ve bu yüzden… O eski boyalı ampuller hâlâ yanıyor. En çok da kalbimde.