Yıllar önce Almanya’da fark ettiğim bir şey vardı:
Bu ülkede “şehir” denildiğinde akla, betonun üzerine kurulmuş bir hayat değil; doğanın ördüğü bir dokunun içine yerleştirilmiş bir yaşam kültürü geliyordu. Almanya’daki şehirlerin en az yüzde 80’i benzer prensiplerle inşa edilmiş durumda. Münster ise bu şehirlerden sadece biri, bir örnek, bir temsil.
Aslında mesele Münster değil; mesele Almanya’nın şehir yaşamını nasıl bir kültüre dönüştürdüğüdür.
ŞEHİR DEDİĞİMİZ NEDİR?
Bizde şehir kavramı çoğu zaman gürültü, hız, trafik ve beton bloklarla eşleşir. Şehir büyüdükçe doğanın küçülmesine, yeşilin kaybolmasına o kadar alıştık ki, doğayla şehrin aynı potada eriyebileceği fikri bile bize uzak geliyor.
Oysa Almanya’da şehirlerin çoğu bambaşka bir felsefeyle kurulmuş:
Şehir doğanın karşıtı değil; doğanın bir parçasıdır. Bunu ilk fark ettiğim anı hâlâ unutmam… Bir döner kavşakta, yeşilliğin içinde koşturan yabani tavşanları gördüğüm gündü. İnsanlar hiç şaşırmıyor, rahatsız olmuyor, aksine onlara yol veriyordu. Çünkü orada doğa, şehre misafir değildir; ev sahibidir.
Ve şunu bilmek gerekir: Bu manzaralar kendiliğinden oluşmamış.
Almanya 1940’larda karşılaştırıldığında bugünkü kadar yemyeşil değildi. Ağaçlar, yeşil koridorlar, parklar, şehir içi ormanları zamanla planlayarak büyüttüler. Demek ki yeşil korunmaz yalnızca; yeşil üretilir.
TRAFİĞİN OLMADIĞI YER
Alman şehirlerinde yaşayan biri için “trafiğe girdim” cümlesi neredeyse kullanılmaz. Çünkü trafik orada bir sorun değil; çözülmesi gereken bir yük, bir yorulma kaynağı olarak görülür. Bisiklet yolları sadece birkaç boya çizilmiş şerit değildir. Almanya’da bisiklet yolu bir ulaşım altyapısıdır: Güvenlidir, süreklidir, doğayla iç içedir; iş–ev–sosyal yaşam bağlantılarının tamamını kapsar.
İnsan işine giderken çoğu şehirde bir orman patikasından geçer gibi yolculuk eder. Kimi zaman yanından sincap geçer, kimi zaman küçük bir göletin kenarında mola verir. Bu “doğal karşılaşmalar” Almanya’da olağan kabul edilir.
Bu düzen doğrudan psikolojiyi etkiler: Öfke azalır, stres düşer, sabır artar, sosyal ilişki kalitesi yükselir.
Çünkü artık bilim de bunu söylüyor: Şehir, insan davranışını belirler. Bir toplumun psikolojisi, yaşadığı şehrin tasarımıyla yakından ilişkilidir.
ORMAN BİR ÖĞRETMENDİR
Alman şehirlerinin çok belirgin bir özelliği daha var: Orman sadece şehrin dışındaki bir ekosistem değildir; şehir planlamasının içine dâhil edilmiş bir yaşam alanıdır. Çocuklar doğayı ders kitabından öğrenmez; ağaçların arasından öğrenir.
Ben Karlsruhe’de ilkokul sıralarındayken bu durumu bizzat deneyimledim. Doğa bir “ders” değildi; günlük yaşamın doğal bir parçasıydı.
Yetişkinler stresten kaçmak için terapi merkezlerine dolmaz; ormana yürür. Yaşlılar dört duvar arasında vakit geçirmez; orman yollarında arkadaşlarıyla buluşup sohbet ederler.
Orman burada bir peyzaj unsuru değil; toplumu şekillendiren bir öğretmen gibidir. Ormanın ritmi basittir: Yavaşlık, denge, uyum, sakinlik… Ve bu ritim, Alman şehir yaşamının DNA’sına işlenmiş durumdadır.
Peki neden bizim şehirlerimizde olmuyor?
Aslında biz milletçe doğayı seviyoruz. Sevgi sorun değil. Sorun; şehir kültürümüzün tarih boyunca doğadan uzak bir mantıkla inşa edilmiş olması.
Biz şehirleri şöyle kurduk: Daha çok bina, daha çok yol, daha çok araç, daha hızlı yaşam…
Onlar şehirlerini şöyle kurdu: Daha çok yeşil, daha çok bisiklet, daha çok insan odaklı tasarım, daha çok sakinlik…
Bu iki bakış iki ayrı sonuç üretiyor. Bizde trafik stres doğurur, gerginliği artırır. Onlarda şehir insanı iyileştirir.
Fark teknik değil; kültüreldir. Ama kültür değiştirilebilir.
KIRSALIN ÇEKİŞİ, ŞEHRİN DAYATMASI
Türkiye’de son yıllarda pek çok insan huzur bulmak için kırsala taşınmayı düşündü. Çünkü doğa insanı çağırıyor. Ancak geçim kaygısı çoğu zaman insanları geri çekti: “Ben burada nasıl geçineceğim?”
İşte kırsal hayalini ortadan kaldıran soru… Şehir ise başka bir ikilemi doğuruyor: Geçindiriyor ama tüketiyor.
Ve büyük paradoks ortaya çıkıyor: Huzur doğada, güven şehirde. Almanya’nın şehir modeli işte bu çelişkiyi çözmüş durumda: Kırsalın huzurunu şehir planlamasına entegre etmişler. Şehir içi ormanlar, yeşil koridorlar, bisiklet altyapısı, hayvan–insan uyumlu yaşam…
Böylece şehir hem ekonomik merkez hem de psikolojik denge alanı hâline geliyor.
PEKİ NE YAPABİLİRİZ?
Türkiye’de yapılması gereken şey aslında tek bir cümlede özetlenebilir: Şehirlerimizi hız için değil, yaşam için yeniden düşünmek. Bu da şu adımları gerektiriyor: Şehir içi orman alanları oluşturmak, Mahalleleri yeşil koridorlarla birbirine bağlamak, bisiklet kültürünü gerçek bir ulaşım alternatifi yapmak, hayvan–insan–şehir uyumunu sağlamak, yeşili süs değil, yaşam alanı olarak tanımlamak.
Kısacası: Şehrin kültürünü değiştirmek.
Bunu başardığımız anda toplumun psikolojisi değişir, yaşam kalitesi yükselir, ilişkiler iyileşir, gelecek daha umutlu olur. Alman şehirleri bize aslında üç cümleyle sesleniyor: “Doğayı kaybetmeden şehir olunabilir.” “Gürültüsüz, stresten uzak bir şehir kurmak mümkündür.” “İnsan ve doğa rakip değil, ortaktır.”
Biz de Türkiye’de bunu başarabiliriz. Yeter ki şehir dediğimiz şeyi yeniden tanımlayalım. Yeter ki ormanı dışarıda değil, hayatın içinde görelim. Ve şehirleri insanı tüketen yerler değil, insanı güçlendiren yaşam alanlarına dönüştürelim. Çünkü gerçek şudur: Doğanın içindeki şehir, insanın içindeki huzura açılan kapıdır.