Ne zaman bir dostla sohbet etsem, konu dönüp dolaşıp yine ekonomiye geliyor. Kimi zamlar üzerinden konuşuyor, kimi geçim derdinden yakınıyor. Bu kadar şikâyetin arasında insanın zihnine doğal bir soru düşüyor: Gerçekten geçinemiyor muyuz, yoksa yetinemiyor muyuz?
Evet, ekonomik göstergeler ciddi sorunlar barındırıyor: Enflasyon yüksek, alım gücü düşük, temel ihtiyaçlara erişim zorlaşıyor. Ancak bir başka tablo daha var: Kiralık kasalar dolu, AVM’ler tıklım tıklım, lüks araç satışları artışta, sosyal medyada tatil fotoğrafları hız kesmiyor. Bu iki fotoğraf yan yana geldiğinde, insan ister istemez sorguluyor: Bu bir kriz mi, yoksa kriz söylemine sığınmış bir alışkanlık mı?
Geçtiğimiz günlerde bir bankacı dostumla sohbet ettim. Şöyle dedi: “Kiralık kasa bulmak neredeyse imkânsız. Her yer dolu.” İçimde bir merak doğdu: Kasalara ne konuluyor? Cevap basit: Altın, döviz, değerli evraklar. Peki bu birikimi yapan insanlar kimler? Çoğunlukla günlük hayatta ‘geçinemiyorum’ diyenler.
Bu noktada dikkatli bir ayrım yapmak şart: Elbette gerçekten zorluk çeken, temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlanan çok sayıda insan var. Bu grubu dışarda tutarak ifade etmeliyim ki, toplumun belli bir gelir seviyesinin üstünde olup hâlâ “krizdeyiz” diyen kesim de var. Oysa bu kesim, harcamalarına, birikim tercihlerine ve yaşam biçimlerine bakıldığında gerçek anlamda ‘yoksulluk’ kavramına uzak görünüyor.
Sosyologlar bu durumu “algılanan yoksulluk” olarak adlandırır. Yani birey, mutlak anlamda yoksul olmasa da, çevresine göre daha azına sahip olduğunu düşündüğünde kendini yoksul hisseder. Bu da toplumsal memnuniyetsizlik üretir. Çünkü tüketim artık ihtiyaç temelli değil, gösteri temellidir. Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın dediği gibi: “Tüketim, artık yalnızca bir şeyin kullanılması değil; sosyal bir statünün ilanıdır.”
Bu kültür, bireyi sürekli kıyaslamaya iter. Eskiden “komşunun tavuğu kaz görünürdü,” şimdi sosyal medya sayesinde herkesin hayatı abartılmış bir mutluluk vitrinine dönüştü. Bu da “şükür” duygusunu zayıflatıyor. Çünkü elindekini değil, gözünün önüne sürülenin eksikliğini hissediyorsun.
Burada esas mesele, ekonomik davranış ile duygusal tutum arasındaki uyumsuzluktur. Kimi insanlar geleceğe dönük tasarruf adına, bugünün ihtiyaçlarını görmezden gelebiliyor. Oysa sağlıklı bir ekonomi bilinci, önce bireyin ve ailesinin bugünkü refahını sağlamayı hedefler. “Yarın için altın alırken, bugün çocuğun ayakkabısı delikse,” orada bir denge sorunu vardır.
Bir başka dikkat çekici örnek, AVM ve kafe dolulukları. Elbette herkes lüks yaşamıyor; ama bu kadar şikâyetin olduğu bir ülkede, bazı sosyal mekânların sürekli dolu oluşu da üzerine düşünülmesi gereken bir çelişki. Belki de bu sadece bir tüketim alışkanlığı değil; aynı zamanda yalnızlıkla, sosyalleşme ihtiyacıyla, görünür olma arzusu ile de ilgili. Bu açıdan, tüketim psikolojisi üzerine çalışan uzmanlar, harcama davranışlarının çoğu zaman bir “değer açığını kapatma” çabası olduğunu söylüyor.
Yani mesele sadece geçim değil; değerlerimizin, önceliklerimizin ve tatmin kaynaklarımızın değişmiş olması. Belki de bu yüzden çok kazanıyoruz ama mutlu değiliz. Çok şeye sahibiz ama hâlâ yetmiyor.
Oysa mutluluk için bazen yalnızca şükretmeyi, paylaşmayı ve dengeyi hatırlamak gerekir. Elindekini anlamlandırmayan, fazlasını da anlamlandıramaz. Çünkü zenginlik sadece rakamlarda değil, tutarlılıkta, sadelikte ve insanî ilişkilerde gizlidir.
Ekonomik krizler geçicidir; ama değer kaybı, uzun vadeli bir çöküştür. Belki de bugün ihtiyacımız olan şey, biraz durmak ve kendimize şu soruyu sormak:
Geçinemiyor muyum, yoksa yetinemiyor muyum?