Yaz ayları, sıcak havayla birlikte yalnızca denizleri değil, zihinleri de ısıtır. Tatil, pek çok insan için bir kaçış, bir soluklanma, bir nefes alma alanıdır. Ancak 2025 yazı, Türkiye’de bu kaçışı gerçekleştirebilenler ile kıyıda kalanlar arasındaki derin farkı bir kez daha gözler önüne serdi.
Resmî verilere göre turizm sektörü yine büyüdü. Milyonlarca turist ülkemize akın etti, turizm gelirleri rekor seviyelere ulaştı. Ancak bu tablo, görünmeyeni, hissedileni ve konuşulmayanı yansıtmıyor: Yerli turistin bu yaz adeta sistem dışına itilmesi.
Yıllardır “döviz gelsin” motivasyonuyla yapılan turizm yatırımları, yerli vatandaşa kapılarını gitgide kapatıyor. Antalya, Bodrum, Çeşme gibi merkezlerde otel fiyatları, birçok ailenin maaşının çok üzerinde. Artık sadece otel değil; pansiyon, kamp alanı ve günübirlik geziler bile ciddi bir maddi planlama gerektiriyor. Tatil, orta sınıfın lüksü olmaktan çıkıp ayrıcalıklı bir azınlığın erişebildiği bir faaliyete dönüştü.
Sosyal medyada yayılan “bayramda Alaçatı’ya gitmeye çalışan ailenin fiyat şoku” gibi videolar, halk arasında hem mizah konusu oldu hem de derin bir gerçeği gün yüzüne çıkardı: Tatil, giderek bir hayal haline geliyor.
Öte yandan kruvaziyer turizmiyle ilgili övgüler yükseliyor. Dev gemilerle gelen turistler limanlara yanaşıyor, şehir sokaklarında kısa turlar atılıyor. Ancak bu gelenlerin büyük çoğunluğu alışveriş merkezlerinin dışına çıkmıyor, yerel esnafa ulaşmıyor, yerel kültürü solumuyor. Yani o devasa yolculuklar, kent ekonomilerine beklenen katkıyı yapamıyor. Yerli halk, gelen dövizi sadece seyrediyor.
Turizmdeki bu dönüşüm, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyolojik bir kırılmayı da beraberinde getiriyor. Tatil yapabilmek, yalnızca dinlenme değil; aynı zamanda toplumla eşit bir noktada hissedebilmenin sembolü haline geldi. Tatile gidemeyen milyonlar, sosyal medyada karşılarına çıkan gösterişli yazlık pozlarla yalnızca dışlanmışlık değil, eksiklik duygusu da yaşıyor.
Devletin turizm politikası dövize endeksli oldukça, iç turizm geri planda kalmaya mahkûm. Ancak bu sürdürülebilir bir model değil. Zira ekonominin yalnızca dış kaynakla dönmesi, kriz dönemlerinde turizm sektörünü savunmasız bırakıyor. Oysa güçlü bir iç turizm dinamiği, sektör için güvenli bir liman oluşturabilir.
Burada yerel yönetimlere ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’na düşen önemli bir sorumluluk var. Sadece tanıtım kampanyalarıyla değil, gerçek anlamda halkın erişebileceği modellerle iç turizmin teşviki gerekiyor.
Örneğin belediyelere ait uygun fiyatlı konaklama alanları, karavan alanlarının yaygınlaştırılması, düşük gelirli ailelere yönelik kampanyalar ve ulaşım desteği gibi adımlar yerli turistin sistemde yeniden yer bulmasını sağlayabilir.
Ayrıca kıyı bölgelerinde esnafın turizm gelirinden adil bir şekilde yararlanması için yerel işletmelere öncelik tanınması da büyük önem taşıyor. Zincir otellerin ve büyük yatırımcıların hâkimiyetindeki sistem, yerli girişimcilerin yaşam alanını daraltıyor. Oysa sürdürülebilir bir turizm, yerel üreticiyi, esnafı ve bölge halkını içine alan kapsayıcı bir modelle mümkün.
Bu yaz aynı zamanda iklim krizinin etkilerinin de net bir şekilde hissedildiği bir dönem oldu. Aşırı sıcaklar, orman yangınları ve su kıtlığı, turizmin doğaya ne kadar bağlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Turizm politikaları, sadece ekonomik getiri değil, çevresel sürdürülebilirlik ilkesiyle de yeniden düşünülmeli.
Turizm, sadece bir sektörden ibaret değil. Aynı zamanda bir toplumsal refah göstergesi. Herkese açık olmadığında, o refahın gerçekliği sorgulanır. O yüzden bu yazın sonunda sormamız gereken soru şudur:
Türkiye bu yaz gerçekten tatile çıkabildi mi, yoksa sadece birkaç kartpostalın içinde hapsolmuş bir illüzyonu mu izledi?
Ekonomik verilerin ardına gizlenmiş insan hikâyelerini görünür kılmak, bu ülkenin gerçek yüzünü anlamak açısından hayati. Çünkü sahildeki kalabalığın sesi bazen öylesine yüksektir ki kıyıya ulaşamayanların sessizliği duyulmaz. İşte biz tam da o sesi duymakla mükellefiz.