Türkiye’de akademisyen olmak, yalnızca bir meslek değil; çoğu zaman bir adanmışlık biçimidir. Yıllar süren eğitim, araştırmalar, yayımlanan makaleler, tez danışmanlıkları ve bitmek bilmeyen sınıf içi çabalar… Her biri, gençlerin hayatına dokunabilmek ve bilimin sesini daha gür duyurabilmek içindir. Fakat bu çaba ne yazık ki her zaman karşılığını bulamıyor. Çünkü bu ülkede hâlâ, nitelikli bir akademisyenin bir üniversitede görev alabilmesi, yalnızca yetkinliğiyle değil; sistemin karmaşıklığı ve mevzuatın yorumlanma biçimiyle de şekilleniyor.
Bir akademisyenin “bu iş olmadı” demesi kolay değildir. Çünkü bu cümle, yalnızca bir kapının kapanmasını değil; aynı zamanda ardında biriken umutların, emeklerin ve özverinin sessizce arkada kalmasını da simgeler. Ne var ki Türkiye’de yükseköğretim sistemi, özellikle öğretim görevlisi atamalarında, hâlâ bir dizi bürokratik engelle şekilleniyor. YÖK’ün iyi niyetle hazırlanmış düzenlemeleri, uygulama noktasında farklı kurumlar tarafından değişken biçimde yorumlanabiliyor. Bu da başvuruların sadece liyakatle değil; teknik ayrıntılar, idari kıstaslar ve mevzuat boşluklarıyla değerlendirildiği bir tabloyu ortaya çıkarıyor.
Bu yapının en çarpıcı yönü ise, mağduriyetin bireysel değil, sistematik olmasıdır. Tek bir kişinin değil; birçok nitelikli akademisyenin benzer süreçleri yaşaması, ortada bir istisna değil; bir yapı sorunu olduğunu düşündürüyor. Özellikle kadro ilanlarının şekli, başvuru koşullarının sınırlandırılması ve alım süreçlerindeki belirsizlikler, genç bilim insanlarının önüne görünmez duvarlar örüyor. Ve bu duvarlar, zamanla sadece bireylerin değil; bilimin ve eğitimin ilerleyişini de sekteye uğratıyor.
Bu bağlamda mesele sadece “bir işe alınamamak” değildir. Asıl mesele; süreçlerin ne kadar şeffaf, adil ve öngörülebilir olduğudur. Bir adayın başvurusunun sonuçlanmasında kişisel niteliği değil; hangi mevzuat maddesinin hangi yorumla ele alındığı belirleyici oluyorsa, burada sadece birey değil, geleceğin akademik güvencesi de zarar görüyor.
Oysa akademik dünyanın en önemli gücü, fikirlerin serbestçe dolaşabildiği, yeteneklerin desteklendiği, liyakatin ön planda tutulduğu bir iklimdir. Genç akademisyenlerin hevesle kapısını çaldığı kurumlar, onlara yalnızca öğretme fırsatı değil; aynı zamanda saygı, eşitlik ve güven hissi de sunmalıdır. Üniversiteler, yalnızca bilgi üretiminin değil; adaletin, şeffaflığın ve etik değerlerin de yeşerdiği yerler olmalıdır.
Bu yazı, yalnızca bireysel bir serzeniş değil; aynı zamanda kolektif bir farkındalık çağrısı, sistemin yapısal dinamiklerine yönelik bir değerlendirme niteliği taşımaktadır. Bir üniversite kapısından içeri adım atamamak değil; o kapının neden, nasıl ve kimler için açılmadığını sorgulamak, bu yazının esas meselesidir. Çünkü bilgiye, bilime ve toplumsal gelişmeye giden yol; yalnızca kütüphanelerden, laboratuvarlardan ya da akademik kadrolardan değil, adaletten, eşitlikten, liyakatten ve şeffaflıktan geçer.
Umarım bir gün, bu ülkenin genç akademisyenleri başvuru süreçlerini yalnızca bir umut testi olarak yaşamaz. Onlar umutlarını; formlarda, evraklarda ya da sınav jürilerinde değil; öğrencilerle dolu sınıflarda, bilimsel projelerin içinde, araştırma ekiplerinin başında yeşertebilir. Gerçek karşılığı orada bulabilir.
Ve umarım “olmadı” demek, sistemin rutin bir sonucu olmaktan çıkar; yerini “neden olmadı, ne yapmalıydık?” sorularına bırakır. Çünkü kayıp yalnızca bir bireyin hayal kırıklığı değil; onun sahip olduğu birikimin, emeğin ve heyecanın topluma ulaşamamasıdır. Her cevapsız başvuru, aslında toplumun cevapsız bırakılan bir gelişim imkânıdır.
Sistemi sorgulamak bir eleştiri değil; daha adil bir gelecek için sorumluluktur.