Venedik’in San Marco Meydanı’na yolu düşenler, bazilikanın cephesinde dört heybetli bronz atla karşılaşır. Başları yukarı kalkıktır, kaslı gövdeleriyle ileri atılmaya hazır bir duruş içindedirler. Yüzlerce yıldır oradadırlar. Ama ait oldukları yer orası değildir.

Bu heykeller, Bizans’ın kalbinden, İstanbul’daki Hipodrom’dan koparılmış ve Venedik’e götürülmüştür.
1204 yılında Dördüncü Haçlı Seferi sırasında, kutsal amaçla yola çıkan Batılı ordular, rotalarını Kudüs’ten saptırıp Hristiyan Konstantinopolis’e çevirdiler. Ve tarihe “Latin İstilası” olarak geçen büyük bir yağma başladı. Saraylar, kiliseler, kitaplar ve kutsal emanetlerle birlikte kültür varlıkları da hedef alındı.
San Marco Atları, bu talanın en sembolik ganimetlerinden biri olarak Venedik’e taşındı. Bu atlar sıradan heykeller değildir. Büyük olasılıkla M.Ö. 2. yüzyılda, Antik Yunan ya da Roma döneminde bronz döküm tekniğiyle yapılmışlardır. Daha sonra Bizans’ın zengin koleksiyonlarına dâhil edilip Hipodrom’un üst kısmına, imparatorluk locasına yerleştirilmişlerdir. Orada, gladyatör dövüşlerini, araba yarışlarını ve halk törenlerini izleyen on binlerce gözün tanığı olmuşlardır.
Heykellerin teknik düzeyi olağanüstüdür. Kas yapıları, boyun kıvrımları, yelelerindeki hareket duygusu ve anatomik doğruluk, dönemin sanat anlayışını aşan bir ustalığa işaret eder. Üstelik bu heykeller bronzdan yapılmış olmalarına rağmen o döneme ait eserler arasında çok nadir korunabilmiş örneklerdendir. Çünkü bronz, savaş dönemlerinde genellikle eritilerek silah yapımında kullanılmıştır.
San Marco Atları, hem fiziksel olarak hem de tarihsel bağlamıyla eşsizdir. 1204’teki Latin İstilası, sadece bir askerî yıkım değil; bir uygarlığın belleğine vurulmuş ağır bir darbe olarak tarihe geçmiştir. Hipodrom’dan koparılan atlar da bu belleğin taşınan parçalarından biridir. Venedikliler, bu heykelleri bir zafer sembolü olarak gemilere yükleyip San Marco Bazilikası’nın cephesine yerleştirdiler. Onları oraya koyarken aslında İstanbul’un estetik, teknik ve tarihî birikimini de kendi hanesine yazmak istediler.
Bugün San Marco Bazilikası’nda gördüğümüz atlar aslında replikadır. 1980’lerde orijinaller, çevre koşulları nedeniyle zarar görmesin diye bazilikanın içine alınmış; yerlerine birebir kopyaları yerleştirilmiştir. Ama bu değişim, onların taşıdığı tarihsel gerçeği gölgelemez: O heykellerin yeri, İstanbul’dur.
Peki, bu eserler geri alınabilir mi? Kısa cevap: Hayır. Çünkü bu tür iade süreçlerinde geçerli olan uluslararası yasal dayanaklar örneğin UNESCO’nun 1970 tarihli Sözleşmesi bu tür “ortaçağ ganimetlerini” kapsamamaktadır. 800 yıldan uzun bir süredir başka bir ülkede bulunan bir eser için iade talebinde bulunmak, hukuki değil ancak tarihsel ve etik bir zemin üzerinden mümkündür. Venedik ise bu atları “kendi kültürel mirasının” bir parçası olarak görmeye devam ediyor.
Ancak geri dönüş illa fiziksel olmak zorunda değildir. Kültürel hafızanın canlanması, tarihi anlatıların doğru kaynaklarla paylaşılması, toplumların kimliğini ve bilincini yeniden kurmasının bir yoludur. Türkiye, bu ve benzeri eserlerin hikâyelerini görünür kılmalı, yalnızca hukuki değil; entelektüel bir mücadele de yürütmelidir. Çünkü kültürel miras sadece nesnelerle değil, o nesnelerin temsil ettikleri anlamlarla yaşar.
San Marco Atları bugün Venedik’te sergileniyor olabilir. Ama İstanbul’un taşları, Bizans’ın duvarları, Hipodrom’un gölgesi onları hâlâ hatırlıyor. Ve o hatırlayış, tek başına bir hafıza eylemi değil; aynı zamanda bir direniştir.
Belki bir gün, geri verilmeyecekleri gerçeğiyle yüzleşmiş insanlık, en azından bu eserlerin nereden geldiklerini açıkça yazmayı ve öğretmeyi ahlaki bir görev olarak kabul eder. Çünkü gerçek yerini bulmadıkça, tarih yalnızca kazananların yazdığı bir senaryo olarak kalmaya devam eder.