Modern iletişim çağında her birey bir içerik üreticisine dönüşürken, neyin “değer” olduğu da yeniden tanımlanıyor. Artık bir videonun viral olması, onun nitelikli ya da kalıcı olduğu anlamına gelmiyor. 15 saniyelik bir eğlence parçası, kimi zaman yılların emeğiyle kazanılmış bir başarıdan daha fazla görünürlük elde edebiliyor. Ve tam da burada sormamız gereken asıl soru beliriyor: Toplum olarak neyi alkışlıyor, neyi es geçiyoruz?
Bu sorunun cevabı, bir ekran kaydırması uzaklığında.
Bir yanda ömrünü bilime adamış, Nobel ödülü almış Prof. Dr. Aziz Sancar; öte yanda adını dahi bilmediğimiz, göbeğini sallayarak ilgi toplamayı başarmış bir sosyal medya fenomeni. Biri sessizliğin içinden gelen, sabırla örülmüş bir bilim yolculuğu; diğeri hızlı tüketilen, bedensel gösteriye indirgenmiş bir anlık eğlence. İlki 30 yılda birikmiş bir değeri temsil ediyor, ikincisi 30 saniyede ulaşılan görünürlüğü. Trajikomik olan ise, ikinci örneğin algoritmalarda, paylaşımlarda, takipçi sayılarında önde olması.
Bu elbette yalnızca bireylerin seçimi değil; aynı zamanda dijital platformların görünürlük ve ödül sistemlerinin sonucudur. “Beğeni” ve “izlenme” ile ölçülen bir dünyada, derinlik ve sabır geri planda kalırken, anlık dikkat çekme becerisi ön plana çıkıyor. Böylece kültürel referanslarımız, dijital küratörler tarafından yönlendiriliyor.
Fakat burada bir yanılgı daha var: Bu durum yalnızca popüler olanı aşağılamak anlamına gelmemeli. Her içerik kendi bağlamında değerlidir. Sorun, bu içeriklerin eşdeğer bir düzlemde karşılaştırılmasıdır. Çünkü şöhretin ve başarının aynı şey olmadığını unutuyoruz. Şöhret, görünürlüktür; başarı ise görünür olmasa da inşa edilmiş derinliktir.
Bu durum, aslında kültürel bir suskunluğu da ifşa ediyor. Günümüz insanı, emekle yoğrulmuş başarı hikâyelerini yüceltmek yerine, kolayca ulaşabileceği eğlencelik imgelerin peşine düşüyor. Belki de sorunun temeli burada yatıyor: Zamanın ruhu, kalıcılığı değil; tüketilebilirliği ödüllendiriyor.
Toplum olarak “neyi önemsediğimizi” yeniden düşünmenin vakti çoktan geldi. Zira bir toplumun gerçek aynası, yalnızca kurumlarında ya da müfredatlarında değil; bireylerinin gündelik tercihlerinde, ekran karşısındaki suskunluklarında ve alkışladıkları imgelerde saklıdır. Bu mesele, sadece eğitim kurumlarının, medya platformlarının ya da kültürel yapıların omzuna bırakılacak bir sorumluluk değil; her bireyin her gün, her içerikle kurduğu ilişkiye sinmiş bir vicdani yüktür.
Ne izliyoruz? Ne paylaşıyoruz? Ne alkışlıyoruz?
Bunlar basit dijital refleksler değil; aynı zamanda birer toplumsal değer beyanı, birer yönelim ifadesidir. Çünkü bugün göbeğini sallayarak algoritmaları tetikleyen biri ile yıllarını bilime, insanlığa adamış bir Nobel ödüllüsünün aynı ekran şöhretine sahip olabilmesi, sadece dijital platformların mekanik işleyişiyle açıklanamaz. Burada asıl belirleyici olan şey; bizim bakışımız, yönelimimiz, değer yargılarımız ve sessizce verdiğimiz onaydır.
Bir başka deyişle, algoritmalar yalnızca veriyi işler; insan ise değeri biçer. Dijital dünyanın en derin sorunu da budur: Görüntüye yüklenen anlam ile içerikteki derinlik arasında bir makas açılmış durumda. Ve bu makas açıldıkça, toplumların kültürel hafızası, düşünsel refleksi ve estetik ölçütleri de erozyona uğruyor.
Artık mesele sadece neyin görünür olduğundan ibaret değil; neden görünür olduğunun ve nelerin görünmez kaldığının da sorgulanmasıdır. Çünkü görünmeyen her değer, aslında biraz daha yalnızlaşır. Ve yalnız kalan her değer, bir süre sonra anlamını kaybeder.
Buradan bir ahlakçılık çıkarmak da doğru değildir. Ancak bir yön kaybını kabul etmek, bir arayış başlatır. Görsel kültürün egemen olduğu bir çağda, nitelikli içeriği görünür kılmak hepimizin sorumluluğudur.
Evet, bir şey eksik. Ancak bu eksikliği yüksek sesle bağırmak değil; onu ince bir bilinçle teşhir etmek, belki de daha onarıcı bir yoldur. Sessizliğin içindeki değeri, gürültünün içinde kaybetmemek için.