Hava Durumu

Yalnızlığın çemberi

Yazının Giriş Tarihi: 06.12.2025 00:07
Yazının Güncellenme Tarihi: 06.12.2025 00:07

İnsan bazen kalabalığın ortasında bile yapayalnızdır. Hele bir de o insan, bir milletin kaderini yeniden yazmış bir liderse, bu yalnızlık daha da derinden vurur insanın kalbine. Mustafa Kemal Atatürk’ün ömrünün son yılı işte böyle bir yıl oldu: Bir halkın gönlünde ölümsüzleşirken, kendi hayatında adım adım yalnızlığa itilmiş bir adamın yılı…

Bugün dönüp baktığımızda, 1937’den 1938’e uzanan o destansı fakat hüzünlü sürecin içinde, bir liderin sessiz çığlığını, bir ülkenin içindeki fırtınaları, siyasi hesapların karanlık gölgelerini ve bir devrimin yavaş yavaş yıpranan ruhunu görürüz.

Çünkü bazen tarihe yön veren büyük adamlar, kendi hayatlarında en küçük destekten bile mahrum kalırlar.

GÖLGELERİN ARASINDA KALAN BİR LİDER

Atatürk’ün son bir yılı, tarih kitaplarının satır aralarına sıkışmış bir kelimeyle açıklanır: “Yalnızlık.”

Bu yalnızlık ne yoksunluktan, ne sevgisizlikten doğdu. Aksine, halkı onu her zamankinden fazla seviyordu. Ama ne yazık ki devletin koridorları, parti odaları ve o dar, boğucu bürokratik duvarlar… İşte oralarda görünmeyen bir ağ örülüyordu.

Atatürk, bir akşam sofrada yakın çevresine şunu söyledi: “Ben artık kimseye güvenemiyorum.” Bu cümle sadece bir itiraf değil; tükenmiş bir güvenin, kırılmış bir gönlün yankısıydı.

Çünkü çevresi, farkında olmadan ya da bilerek, kendi içlerinde gruplaşmış, kendi menfaat dengelerini kurmuş, bir zamanlar omuz omuza yürüdükleri yol arkadaşlarını birbirinden uzaklaştırmıştı. Atatürk, kendi kurduğu Cumhuriyet’in duvarları arasında bile yalnız bir adamdı artık.

PARTİ İÇİNDEKİ SANCI

Tek parti dönemlerinin en büyük tehlikesi, gücün gölgesinde büyüyen hiziplerdir. CHP’nin içinde 1930’ların ikinci yarısından itibaren yükselen bu hizipleşme sadece fikir ayrılığı değil, bir iktidar mücadelesiydi.

Bir yanda İsmet İnönü’nün katı devletçilik çizgisi, öte yanda Atatürk’ün dinamizmi, daha esnek ve daha modern bir ekonomi arayışı… Bu ayrışma zamanla sadece politika tartışması olmaktan çıktı, kişisel kırgınlıkların, bürokratik hesapların, hatta sessiz bir güç savaşının parçası hâline geldi.

Hatay meselesi, devletçilik uygulamaları, atamalardaki tartışmalar… Tüm bunlar Atatürk’ü yordu. Çünkü o, devrimlerin ruhunu korumak isterken, çevresindeki birçok kişi devrimlerin ruhunu değil, koltukların gölgesini korumaya çalışıyordu.

Atatürk bunu fark ettiğinde ise artık çok geçti. Kurduğu partide bile kendine ait bir sığınak bulamıyordu.

‘YALNIZ ADAM’IN SESSİZ FERYADI

Onu son yılındaki fotoğraflarda dikkatle izleyenler şunu hemen fark eder: Atatürk’ün gözlerinde yorgun ama vakur bir yalnızlık vardır.

Dolmabahçe Sarayı’nın o uzun, sessiz koridorlarında geçirdiği gecelerde, Türkiye’nin geleceğini düşünürken tek başınaydı. Çoğu zaman doktorların uyarılarına aldırmadan ayağa kalkar, haritaların başına geçer, raporları incelerdi.

Ama masanın diğer tarafında eskisi gibi güçlü bir omuz, sadık bir yol arkadaşı yoktu artık.

O dönemden kalan bir hatıratta şöyle denir: “Paşa, artık etrafında duvarlar olduğundan söz ederdi. O duvarı kimin ördüğünü kendisi de bilmiyordu… Ama çıkış kapısını bulamadığını söylerdi.”

İşte bir liderin asıl ölümü, çoğu zaman yalnızlaşmasıyla başlar.

BİR ÖLÜMÜN ARDINDAN KOPAN FIRTINA

10 Kasım 1938’de saatler 09.05’i gösterdiğinde sadece bir lider ölmedi! Bir devrin de kapısı kapandı.

Ve o kapıyla birlikte, Atatürk’e yakınlığı ile bilinen pek çok asker, bürokrat, aydın ve devlet adamı sessizce görevlerinden uzaklaştırıldı.

Kimisi doğuya gönderildi… Kimisi emekliye sevk edildi… Kimisi görünmez bir biçimde devlet sahnesinden silindi.

Tarihçiler buna “kadrosal dönüşüm” der. Ama halk buna başka bir isim verdi: “Tasfiye.”

Bu tasfiye o kadar derin oldu ki, toplumun hafızasında şöyle bir soru yankılandı: “Atatürk yalnızlaştırıldı mı? Ölümü hızlandı mı? Arkasında bir siyasi hesap mı vardı?”

Bilimsel kayıtlar, Atatürk’ün ölümünün tıbbi bir süreç olduğunu söyler. Ama toplumun yüreği başka bir şey hisseder. Çünkü gerçek çoğu zaman belgelerde değil, insanların hafızasında saklıdır.

TOPLUMUN İÇİNDEKİ SIZI

Bugün bile bu soruların peşinden gidiyoruz çünkü bir millet olarak yarım kalan bir duygumuz var: Atatürk’ün daha fazlasını hak ettiğini biliyoruz. O, yalnız ölmemeliydi. O, çevresiyle kavgalı gitmemeliydi. O, kurduğu partide duvarlar arasında yürümemeliydi. O, devrimlerinin ortasında yapayalnız bırakılmamalıydı. Bu sızı işte tam buradan doğuyor.

Bu yüzden toplum hâlâ şüphe duyuyor, hâlâ sorguluyor, hâlâ içindeki kırgınlığı dile getiriyor.

BİR LİDERİN ARDINDAN KALAN SESSİZLİK

Atatürk’ün yalnızlığı bize bir eleştiri değil, bir mirastır. Diyor ki: “Liderlerine sahip çıkmayan milletler, onları yalnız bırakan milletler, bir gün yalnızlığın acısını kendileri çeker.”

O yüzden bugün hâlâ Atatürk’e duyduğumuz sevgi, yalnızlık duygusunu aşma isteğimizden geliyor. Çünkü bir millet, liderini yalnız bıraktığı yerde kendi içindeki sarsıntıyı da hisseder.

Bugün Atatürk’ün yalnızlığını konuşmamızın nedeni geçmişi kurcalamak değil; tam tersine, geleceğe daha sağlam adımlarla yürümektir.

Mustafa Kemal Atatürk bir imparatorluğun küllerinden doğmuş bir ülkenin kurucusuydu. Ama sonunda bir savaş kahramanı, bir devrim lideri, bir düşünce mimarı olarak kendi yalnızlığının gölgesinde hayata veda etti.

Belki de tarihin en ağır yükü, bir milletin kaderini değiştiren adamın omuzlarına sadece o millet tarafından değil, kendi yakın çevresi tarafından da yüklenmiş olmasıydı.

Bugün ona duyduğumuz hasret yalnızca bir özlem değil; aynı zamanda bir vicdan muhasebesi. Ve belki de bu yüzden, Atatürk’ün yalnızlığını anlamak, bugünün Türkiye’sine atılmış en güçlü adımlardan biridir.

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.