Türkiye’de yükseköğretim denince, birçok kişinin zihninde beliren ilk kurum YÖK’tür (Yükseköğretim Kurulu.) 1981 yılında, 12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından, 2547 sayılı kanunla kurulan bu yapı; üniversiteleri disipline etme, siyasi çatışmalardan uzaklaştırma ve merkezi koordinasyonu sağlama hedefiyle hayata geçirildi. Ancak bu merkeziyetçi yapı, kurulduğu günden bugüne dek tartışmaların odağında yer aldı. Kimine göre üniversiteleri kaostan kurtardı, kimine göre ise özgür düşüncenin önünü kesti.
Peki, gerçekten YÖK nedir? Ne yapmak istedi? Ne yaptı? Ve bugün hâlâ var olması, Türkiye’nin akademik geleceği için ne anlama geliyor?
1. Kuruluş Niyetinden Günümüze: YÖK'ün İki Yüzü
YÖK'ün savunucuları, bu kurumu bir “istikrar sağlayıcı” olarak görür. 1980 öncesinde üniversitelerin radikal görüşlerin mücadele alanına dönüşmesi, sağ-sol çatışmalarıyla dolu kampüsler, akademik çalışmanın geri plana itildiği bir ortamda YÖK, disiplin ve düzen vaadiyle geldi. Üniversite sayıları arttı, öğrenci kontenjanları planlandı, öğretim kadrolarına merkezi atama sistemi getirildi.
Ancak bu “düzen” uğruna ödenen bedel, eleştirmenlere göre çok büyüktü: Akademik özerklik ciddi biçimde zedelendi. Üniversiteler, bilim üretmekten çok bürokratik kısıtlamalarla uğraşır hâle geldi. Kadro politikalarında liyakatten ziyade sadakat belirleyici oldu. Rektör atamaları, yerel iradelerin değil, siyasi otoritelerin tercihine bağlandı.
Sonuç? Bilimin değil, politikanın yön verdiği üniversiteler…
2. Siyaset ve Bilim: İç İçe Geçmiş Bir Gerilim
Üniversitelerin siyaset dışı kalması gerektiği fikri yaygın bir kabul görür. Ne var ki bu da tek başına yeterli değildir. Çünkü üniversiteler sadece “nötr bilgi” üreten yerler değil; aynı zamanda topluma eleştirel düşünce kazandıran, fikirlerin çatışarak olgunlaştığı alanlardır. Bu nedenle, üniversitelerde siyasi görüşlerin varlığı değil; birbirini bastıran, yok sayan, dışlayan siyasi yapılar hâline gelmeleri asıl sorundur.
1980’li yıllarda Türkiye’deki üniversitelerde yaşanan ideolojik kutuplaşma, bu tehlikenin en somut örneğidir. Farklı düşünceler yan yana gelemez hâle gelmiş, çatışmalar yalnızca fikir düzeyinde değil, fiziksel boyutta da yaşanmıştır. YÖK, bu çatışmalara “üstten müdahale” ile çözüm getirmeye çalışmıştır. Ancak baskıyla tesis edilen sessizlik, gerçek bir çözüm değil, sadece ertelenmiş bir sorundur.
3. Dünyadan Örnekler: Merkezileşmeden Çoğulculuğa
Türkiye, üniversite sisteminde merkezî denetimle hareket ederken, gelişmiş ülkelerde farklı modeller öne çıkar:
• Almanya’da üniversiteler bağlı oldukları eyaletlerin yetkisindedir. YÖK benzeri bir yapı yoktur. Akademik özerklik güçlüdür.
• ABD’de kamu ya da özel fark etmeksizin üniversiteler kendi mütevelli heyetlerince yönetilir. Federal hükümetin doğrudan bir müdahalesi yoktur.
• Fransa’da devletin rolü vardır ama bu daha çok bütçe ve düzenleme düzeyindedir. Akademik içerik özgürdür.
• Birleşik Krallık’ta Office for Students gibi rehberlik eden yapılar mevcuttur ama kadro, araştırma veya akademik tercihleri belirlemez.
Bu örnekler gösteriyor ki: Gelişmiş ülkelerde koordinasyon olur, denetim değil. Bilim, merkezi talimatlarla değil, çoğulculukla gelişir.
4. Peki YÖK Ne Olmalı? Kaldırılmalı mı, Dönüştürülmeli mi?
Bugün gelinen noktada YÖK’ü tamamen ortadan kaldırmak radikal bir seçenek gibi görünse de, daha yapıcı ve sürdürülebilir bir yaklaşım reformdur. Bu reform şu başlıklarda gerçekleşmelidir:
• Üyelik Sistemi Değişmeli: YÖK üyeleri, akademisyenler tarafından seçilmeli; siyasi atamalar sınırlandırılmalı.
• Rektör Atamaları Üniversitelere Bırakılmalı: Her üniversite kendi rektörünü özgürce seçebilmeli.
• Kadro Dağıtımı Şeffaflaştırılmalı: Akademik kadro kararları objektif ölçütlerle belirlenmeli.
• Koordinasyon, Denetime Dönüşmemeli: YÖK varsa bile destekleyici, kolaylaştırıcı bir organ olarak yeniden yapılandırılmalı.
Yani mesele, sadece kurumu kaldırmak değil; kurumun ruhunu değiştirmektir.
5. Başarı Şansı Ne Kadar?
Bu sorunun yanıtı, sistemden çok iradeye bağlıdır. Eğer dönüşüm samimi, yapısal ve katılımcı bir anlayışla yürütülürse başarı oranı çok yüksek olabilir (yüzde 70–80). Ancak şekilsel değişikliklerle yetinilirse, toplumun ve akademinin güveni daha da sarsılacaktır.
Akademi Kimin, Bilim Ne İçin?
Bilim ve siyaset, doğaları gereği farklıdır. Bilim; özgürlüğü, şüpheyi ve tartışmayı sever. Siyaset ise çoğu zaman sadakat, denetim ve iktidar arayışlarıyla ilgilidir. Türkiye’nin ihtiyacı, üniversiteleri siyasetten tamamen izole etmek değil; bilimsel etik, eleştirel düşünce ve kurumsal özerklik temelinde yeniden inşa etmektir. Çünkü üniversiteler yalnızca diploma veren kurumlar değil; toplumun vicdanı, hafızası ve geleceğidir.