Bir zamanlar ailelerin gurur kaynağı “oğlum doktor oldu, kızım profesör” cümleleri vardı. Şimdi ise teknoloji dünyasının dilinde başka bir cümle dolaşıyor: “PhD mi? Vakit kaybı!” İşte o cümle, eğitim dünyasının kalbine fırlatılmış bir taş gibi.
Çünkü mesele şu: Dünya öyle hızlı değişiyor ki, yıllarınızı akademik koridorlarda tükettiğinizde, elinizde tuttuğunuz diploma daha mürekkebi kurumadan demode olabilir. Bir bakmışsınız, uğruna gençliğinizi verdiğiniz unvanın karşılığı iş piyasasında yok. Hatta “Hocam siz bu konuda tez yazarken biz çoktan uygulamaya geçtik” diyen yeni mezunlarla karşılaşabilirsiniz.
Eğitim: Yatırım mı, İhmal Edilmiş Bir Lüks mü?
Eskiden yüksek lisans ya da doktora yapmak, “geleceğe yatırım” olarak görülürdü. Bugünse giderek “sabır testi”ne dönüşüyor. Çünkü bilgi, artık sınıflarda değil, ekranlarımızda, uygulamalarda, hatta yapay zekâ destekli bir asistanın dilinde akıyor. Akademik dünya, “teoriyi” öğretmeye çalışırken, gerçek dünya çoktan “pratiğe” geçmiş durumda.
Bunu biraz eski telefonlara benzetebiliriz. Hani tuşlu telefonlardan akıllı telefonlara geçtiğimiz dönemi hatırlayın. Birileri hâlâ ısrarla tuşlara basmaya devam ederken, diğerleri çoktan uygulamalarla uçuyordu. Şimdi de uzun akademik yollar, bir bakıma tuşlu telefon gibi kalmaya başladı. Prestiji var, nostaljisi var, ama pratikte işlevi sorgulanıyor.
Peki Ne Öğreneceğiz?
Diplomaya gözü kapalı koşmak yerine, gerçekten hayatla uyumlu becerilere yönelmek gerekiyor. Empati kurmak, yaratıcı düşünmek, farklı disiplinleri bir araya getirebilmek… Bunlar artık daha değerli. Çünkü bilgiye ulaşmak kolaylaştı, ama bilgiyi anlamlı hale getirmek hâlâ insana özgü.
Mesela bir tıp öğrencisini düşünün. Yıllarca kitaplara gömülüp sınavlardan geçen biriyle, gerçek hayatta hastanın gözünden kaygıyı okuyabilen bir doktor arasında fark büyük. Yapay zekâ size teşhisi sunabilir, ama “Merak etmeyin, iyileşeceksiniz” diyen ses hâlâ insandan geliyor.
Gençler İçin İkilem
Bugünün gençleri bir yol ayrımında. Bir yanda “klasik” yol: diploma üzerine diploma ekleyip akademik merdiveni tırmanmak. Diğer yanda: daha kısa ama riskli görünen yol—deneyimle, projeyle, girişimle ilerlemek.
Türkiye’de ise aileler hâlâ “bir diplomayı al, cebinde dursun” der. Oysa cebinizde duran şeyin karşılığı kalmadığında, o diploma sadece çerçevede asılı duran bir hatıradan ibaret oluyor. Gençlerin artık sorması gereken soru şu: “Ben bu yılları nerede daha anlamlı geçirebilirim?”
Biz Ne Yapmalıyız?
Türkiye için bu tartışma çok kritik. Çünkü bizde hâlâ “unvan” merakı var. Kartvizitte yazan unvan, bazen işin kendisinden daha değerli görülüyor. Ama dünya başka bir yere gidiyor. İşin niteliği, yaratıcılığı, uyum kabiliyeti öne çıkıyor.
Buradan çıkarılacak ders şu olabilir:
Çocuklarımızı sadece diploma için yarışa sokmayalım. Onlara beceri, merak ve esneklik kazandıralım.
Üniversitelerimizi, sınav odaklı bilgi deposu olmaktan çıkarıp yenilikçi projelerin, girişimlerin yuvası haline getirelim.
Gençleri sadece “okuyup iş bulacak” bireyler olarak değil, “öğrenip üretecek” bireyler olarak yetiştirelim.
Mizahı da Kaçırmayalım
Şimdi biraz gülümseyelim: Düşünün, yıllarca uğraşarak doktora yaptınız. Mezuniyet töreninde aileniz gururla sizi alkışlıyor. Sonra eve dönüyorsunuz, haberlerde bir yapay zekânın sizin alanınızdaki sınavları rekor puanla geçtiğini görüyorsunuz. O an içinizde küçük bir ses fısıldıyor: “Keşke bu kadar zaman yerine, iki yıl önce kendi işimi kursaydım.”
İşte tam da bu yüzden, “yüksek lisans mı, yoksa hayatın kendisi mi?” sorusu bugün daha yüksek sesle soruluyor.
Son Söz
Diploma, elbette ki bir değere sahip. Ama artık tek başına kurtarıcı değil. Gelecek, uzun unvanlarda değil, hızla öğrenip uygulayabilenlerde.
Türkiye’de gençlerin önünde iki seçenek var: Ya yıllarını unvan avına yatıracaklar, ya da yeteneklerini hızla pratiğe döküp fark yaratacaklar. Ve unutmayalım: Tarih boyunca ilerleyenler, sadece bilgiyi biriktirenler değil, bilgiyi harekete geçirenler oldu.
Son cümle: Belki de bugünün en kıymetli diploması, merak duygusunu hiç kaybetmeden öğrenmeye devam edebilmek.